top of page

ilk yarı

Ekran%20Resmi%202021-04-02%2022.28_edite
Bolşevik Cavid Bey

BOLŞEVİK

CAVİD BEY'İ

TAKDİMİMDİR

Hava serin. Fötr şapkalı adam ellerini trençkotunun ceplerine sokmuş hızlı hızlı yürüyor. Bergama'daki İstiklal Meydanı’nı karşılayan ve ilerledikçe hafif bir yokuşa dönüşen Abacıhan Sokak’ın başlarında, sağ taraftaki bir dükkânının önünde duruyor. Muhtemeldir ki bugünkülerle kıyaslanmayacak büyüklükte bir anahtarla kapının kilidini açıyor. Ve yine muhtemeldir ki soba yanana kadar içerisi havalansın diye kapıyı açık bırakıyor. Arka tarafta yığılı odunları alıp devasa sobayı yakmadan önce hep yaptığı gibi gramofonu kuruyor, iğneyi taş plağın ucuna doğru yavaşça bırakıyor. İlk cızırtılardan sonra insanın içinde dalgalar yaratan müzik o kocaman dükkânın her yanını kaplıyor.

Aradan yıllar geçiyor… Bir başka fötr şapkalı adam yeni diktirdiği kruvaze ceketin üzerinde nasıl durduğuna bir kez daha bakmak için İstanbul'da, İstiklal Caddesi’ndeki mağazaların dökme camdan vitrinlerine yaklaşıyor. Tam o esnada kulağına çalınan müzikle olduğu yerde kalakalıyor. Bu o müzik mi yoksa? İyiden iyiye dikkat kesiliyor. Evet o! Yanılıyor olması mümkün değil! Hangi dükkândan geliyor peki? Şu köşedeki korseciden mi? Yoksa şu pastaneden mi? Hayır, şu karşıdaki mefruşatçıdan! Hızla içeri girip, kasanın arkasında gözlüklerini parlatan yaşlı adama çalan müziğin adını soruyor. Beethoven’ın 9. Senfoni'si! Bergama'da çocukluğu boyunca sinemaya her gidişinde dinlediği, Cavid Bey’in gramofonundan yayılan müzik bu! Fahri Bey için zaman bir anda geriye doğru sıçrıyor. Genç bir eczacı olarak yürüdüğü İstanbul’un İstiklal Caddesi hızla silinirken çocukluğunun Bergama’sındaki İstiklal Meydanı gözlerinin önünde usul usul beliriyor. Abacıhan yokuşunda tokmağını var gücüyle vuran davulcuyla sırtını ona yaslamış zurnacıyı görünce neşe içinde koşmaya başlıyor. Davulcunun gür sesi duyuluyor o sırada:

“Seans başlamak üzere! Başlıyor! Başlıyor!”   

MUSIC_PNG.png

Symphony No.9 in D minor Op.125 - II. Scherzo

Ludwig van Beethoven 

00:00 / 10:00
palet_firca.jpg

Bolşevik Cavid Bey, Abacıhan Sokak’taki ilk sinemada, akşam yapılacak film gösterimi için salonu hazırlıyor.

İllüstrasyon: Nermin Yağmur Erman, 2021

Bilen bilir: Antik Bergama yani Pergamon, Kale Dağı da denilen tepenin eteklerinden yelpaze gibi açılarak düzlüğe iner. Binlerce yıldır insan yaşamının kesintisiz sürdüğü bu yamaçlardaki Kale Mahallesi’nin birbirine paralel birkaç sokağı, geçmişte ‘ayı pazarı’nın da kurulduğu İstiklal Meydanı’na açılır. Roma Dönemi'nde Kozak Yaylası’nın sularını Bakırçay Ovası’na taşıyan Selinos

Çayı’nın devasa tünellerle dizginlenip üzerine evler, dükkânlar ve görkemli tapınaklar yapılarak genişletildiği bu alana ‘Bodrumüstü’ diyor Bergamalılar. Sırtını Kale Mahallesi’ne dayayan Bodrumüstü’nün tonozları üzerinden güneye doğru gidilirse büyüleyici Kızıl Avlu geçilip Kınık ve Soma yoluna; kuzeye doğru gidilirse fıstık çamlarıyla kaplı düşsel Kozak Yaylası’na, batıya doğru gidilirse İstiklal Meydanı aşılarak, Osmanlı Arastası’na, Cumhuriyet Meydanı’na ve şehrin yeni genişleme alanı da geçilip İzmir yoluna ulaşılıyor. Özellikle bu son güzergâhın Kale Mahallesi'ndeki uç kısmı oldukça önemli zira hikâyemiz işte tam burada; yangınlar, savaşlar ve göçlerle tekrar tekrar biçimlenmiş; adına yakılmış türküsü, hakkında yazılmış kitabı olan, Bodrumüstü’ne açılan ‘eski postane yokuşu’nda yani Abacıhan Sokak’ta başlıyor.

DSLR makine_PNG.png

Abacıhan Sokak, Bergama

Fotoğraf: Yücel Tunca

Türkiye Sol Hareketi’nin önemli isimlerinden Fahri Petek, Bergama’dan çıkıp uzun sürgün yılları yaşayacağı Paris’e uzanan hayatını M. Şehmus Güzel’e anlattığı Bir Hayat Üç Can adlı kitapta Ege’nin bu kadim kasabasının Abacıhan Sokak’ta açılan ilk sinemasını ve Bolşevik Cavid Bey’i uzun uzun anlatır. Bu mekân Fahri Bey’in hayatında, politik gelişiminin ilk diplomasını Bolşevik Cavid Bey’in sinemasından aldığını söylemesine neden olacak kadar kıymetli bir yer tutarken, toplumsal olarak da Bergama’nın yakın dönem kültürel hayatındaki görkemli zirve noktalarından birini oluşturur.

TLR makine_PNG.png

Fahri Petek, eşi Neriman Hanım ve kızları Gaye

Fotoğraf: Bir Hayat Üç Can kitap kapağından

Fahri Petek kitapta, ‘gönlü zengin bir adam’ olarak andığı Cavid Bey’in özellikle çocukları toplayıp onlarla tatlı tatlı sohbet ettiğini anlatır: 

"Cavit Bey gönlü zengin bir adam. Ve gerçekten Bolşevik. Güzel konuşurdu, biz daha çocuğuz ama bize neler anlatırdı neler. Nitekim arkadaşlarımızdan Hilmi onun etkisiyle hepimizden önce komünistliği benimsedi. Sadece bu kadar da değil: Cavit Bey’in sineması bizim kültürel açıdan olgunlaşmamızda da büyük rol oynadı."

Elektrik Bergama’ya 1920’lerin ikinci yarısında oldukça sınırlı biçimde gelmiş, toplum hayatına yeterince yayılmamıştır. Bu yüzden Cavid Bey film makinesini bir jeneratör yardımıyla çalıştırmaktadır. 

1927 tarihli Türkiye Salon ve İlanat Gazetesi'nin Bergama ekinde pek çok ayrıntının arasında bu sinemadan da bir cümle ile bahsedilir: 

“(…) (Bergama’da) Ucuzluk olup o derece mesken buhranı yoktur. Güzel bir sineması mevcuttur. Gece hayatı inkişaf etmektedir.” 

Aynı yayında Belediye Hakkında Malumat başlığı altında uzun yıllar boyunca yerine getirilemeyecek bir vaat yer alır: 

“Türk Ocağı karşısında asri bir memleket tiyatrosu ve sinema salonu inşa edilecek ve etrafına beton mağazalar yapılacaktır.” 

İlginçtir, yayında bahsi geçen asri tiyatro ve sinema salonu ile etrafına yapılacak beton mağazalar tam 90 yıl sonra 2016 yılında, Belediye Başkanı Mehmet Gönenç döneminde Bergama’nın yeni merkezindeki eski otogar arazisi üzerine yapılır. Bergama Kültür Merkezi (BerKM)’ne ve içindeki sinema salonlarına ileride ayrıntılı biçimde bakacağımız için şimdilik bu kadarıyla yetinip devam edelim.

Salon ve İlanat Gazetesi, 1927
TLR makine_PNG.png

Salon ve İlanat gazetesi

1927 Kaynak: İBB Atatürk Kitaplığı Sayısal Arşiv)

TLR makine_PNG.png

Tulumbacılar ve Bergama halkı. 1912 Fotoğraf: Geçmişten Günümüze Fotoğraflarla Bergama-Facebook sayfası. (GGFB) İsmail Hakkı Güzeler (moderatör) paylaşımı.

TLR makine_PNG.png

Bergamalı bir Rum aile. 1914 

Fotoğraf: BERKSAV Belleten/20

BERGAMALI

TİFTİCİS VE KOCAMANİS'İN 

MAĞAZASINDAN

BERGAMA'NIN

İLK SİNEMASINA

Türkiye Salon ve İlanat Gazetesi'nde bahsi geçen ve Bergama’nın en güzel yapılarından olan, köşe başını tutmuş Türk Ocağı binasının bulunduğu sokaktadır Cavid Bey’in sineması. Gramofondan Klasik Batı müziklerinin çalındığı, jeneratör ile çalıştırılan makineden dönemin en güzel filmlerinin gösterildiği geniş dükkân aslında o günlere çok yakın bir geçmişte, Kurtuluş Savaşı’ndan önceki yıllarda Bergamalı Rumlar Hristos Tifticis ve Kocamanis’in mağazasıdır. Tifticis, günümüzde de görenlerin demir işçiliğine hayranlıkla baktığı uzun balkonlu, 1885 yılında inşa edilmiş taş binanın üst katında ailesiyle yaşarken alt katta da ortağı ile birlikte, çeşitli ürünlerin satıldığı bu mağazayı işletmektedir. 

1. Dünya Savaşı’yla iyice hareketlenip gerginleşen siyasi ortam Osmanlı’nın bu küçük kasabasında da hayatın değişeceğine dair ipuçları barındırır. Rumlar ve Ermeniler’den oluşan Hristiyan toplumunun, Musevi ve Müslüman toplumla uzun yıllar boyunca iyi kötü devam eden yan yana yaşam pratiği hızlı bir çöküşün eşiğindedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Anadolu’yu Türkleştirme ve Müslümanlaştırma politikalarının devreye sokulması, çeteleşmenin başlaması, Yunanistan askerlerinin bölgeyi işgal etmesi, karşı ulusalcı direniş hareketinin örgütlenmesi kanlı bir süreci başlatır. 1910’ların ortalarından 1920’lerin ilk yıllarına uzanan bu hesaplaşma sırasında katliamlar, yerinden edilmeler, zorunlu göçe maruz bırakılmalar gibi büyük trajediler yaşanacaktır. Birçok Rum aile gibi Tifticis ve Kocamanis aileleri de bu dönemde meçhul akıbetleriyle baş başadır. Hayatta kalıp kalamadıkları, göç yollarının onları nerelere sürüklediği bilinmez. 

Abacıhan Sokak’taki tüm evlerin ve ailelerin ayrıntılı hikâyesini Bergama’da Abacıhan Sokak adlı kitabında anlatan Sefa Taşkın, Cumhuriyet’in ilanı sonrasında Hristos Tifticis’in üst kattaki evinin yarı yıkık, alt kattaki mağazanın ise sağlam olduğunu, ‘Bergamalı aydınlardan Cavit Bey’in bu geniş alt katı sinema olarak kullandığını yazıyor: 

“Kentli sosyalistlerin toplandığı yerdi Cavit Bey’in sineması. Bir kültür evi gibi görülüyordu. (…) Gösterilen filmin ortasında, verilen on beş dakikalık arada Klasik Batı Müziği, özellikle neşeli Mozart parçaları çalardı Cavit Bey gramofonundan. İlerlemeci kabul edilen yeni kültüre alışsınlar diye sinemaya gelen çocuklardan para almazdı.”

Yenice-Vardar muhaciri Yoğurtçu Kadri Efendi’nin oğlu Süleyman Bey binayı, Tifticis’ten sonraki sahibinden yani Kayalarlı Faik Bey’den satın alıp onartmıştı. ODTÜ mezunu bir mühendis olarak 1989-1999 yılları arasında Bergama Belediye Başkanlığı yapan Sefa Taşkın, Süleyman Bey ile Peruze Hanım’ın bu iki katlı binada dünyaya gelen çocuklarından biriydi. Araştırmacı ve yazar kimliğiyle tanınan Taşkın günümüzde zeytincilik de yapıyor ve Cavid Bey’in sinemasının küçük bir kısmını ofis, geriye kalan geniş alanı ailesinin zeytinyağı deposu olarak kullanıyor. 

DSLR makine_PNG.png

Sefa Taşkın - Bergama 2020

Fotoğraf: Yücel Tunca

DSLR makine_PNG.png

Bolşevik Cavid Bey'in sineması günümüzde depo 

olarak kullanılıyor. Fotoğraf: Yücel Tunca

Sefa Taşkın’ın, en az kendisi kadar nam salmış bir amca oğlu var Bergama’da: Yoğurtçu Eşref. Bolşevik Cavid Bey ile tanışma şansı bulmuş, onu hatırlayan çok az sayıdaki insandan biri Eşref Taşkın. 90 yaşına gelmiş olmasına rağmen halen ‘bal, kaymak, süt’ kahvaltısı verdiği Yenigün Kahvaltı Salonu’nu işletmeye devam eden Bergamalıların Eşref Amcası, ayakkabıcı Latif Usta’nın dükkânına bitişik sinemayla ilgili 1935 yılı civarından bir hatırasını anlatıyor: 

“Şimdiki İlçe Kütüphanesi’nin (Eski Türk Ocağı binası-YT) karşısındaki sinemayı işletiyordu Cavid Bey. Filmden önce davul çaldırırdı seyirci toplamak için. Bizim ev de sinemanın hemen arka sokağındaydı. 3-4 yaşlarında filanım. Kaçmışım evden, davulun sesine gitmişim. Beni aramışlar aramışlar bulamamışlar. O zaman demişler, ‘Bu davula gitmiştir’… Gelip de bakmışlar ki ben davulcunun yanında öylece dinliyorum.

DSLR makine_PNG.png

Eşref Taşkın - Bergama 2020

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 02:19

Sonraları okula başlayınca okulla da gittik birkaç sefer Cavid Bey’in sinemasına. Arka tarafta bir jeneratörü vardı. Arsa gibi boş bir yerdi arkası, jeneratör gürültü yaptığı için orada, sinemanın dışında dururdu. Evlerde, dükkânlarda elektrik yoktu o zamanlar, lüküs lambası kullanılırdı. Buna rağmen Cavid Bey jeneratör ile film oynatırdı. Sinemadan pek para kazanmazdı, esas işi tütüncülüktü. Tütün ekerdi, oradan kazanırdı. Hatice Hanım vardı, karısı… Bir de kızları. Bize gidip gelirlerdi o zamanlar. İyi hatırlıyorum ama Komünist Cavid dendiğini hiç duymadım. Hem komünist olsa ne olacak, olmasa ne olacak. Şimdi zaten komünistlik de bitti, her şey bitti. Ama şakacı bir adamdı. Film çok kopuyordu. Bir seansta iki üç sefer kopuyordu. Yahut ses kesiliyordu. O zamanın makineleri, filmleri öyle... Ondan sonra halk bağırıyordu: ‘Ses! Ses Ses! Ses!’ Cavid Bey o zaman çıkartırdı kafasını makine dairesindeki delikten. ‘Susun be!’ derdi. ‘Onun yerine ben konuşacağım, ben söyleyeceğim, merak etmeyin’ derdi. Öyle şakacı bir adamdı.” 

Fahri Petek’in anılarının toplandığı kitaptan bahsediyorum Eşref Taşkın’a: 

“Ha Fahrettin Petek’i diyorsun sen! Fahrettin Petek İstanbul’da doğmuş, hemen bir sene sonra ana babası 1923'te Bergama'ya yerleşmiş, eczacıydı...

Babası Avni Hilmi, annesi Nebile Hanım... Önceden babası Avni Hilmi Bey’in eczanesi vardı, sonra Fahrettin Petek geldi açtı. Şimdiki Karadut'un oralardaydı. Hatta Merkez Eczanesi var şimdi, onun karşısına denk düşüyordu. 

Bir Hayat Üç Can diye bir kitap yazmış demek... Ne akıllı insanlar var, ne güzel insanlar var! Onun bir röportajı çıkmıştı. Para yokmuş insanlarda, eczaneye yumurta getirirmiş köylüler, ilaç alırlarmış. Öyle anlatıyordu. Siyasi meselelerini duymuştuk o zamanlar. Vay canına yandığımın! O devirde böyle insanlar tek tük, Bergama'da bir kişi, belki iki kişi varmış. Daha fazlası zor... İstanbul gibi değil tabii, orada o yıllarda birçok evde piyano varmış. Çocuklara, kız çocuklarına piyano dersi aldırırlarmış.”

Eşref Taşkın’ın kendisi de bir müzik tutkunu, Klasik Batı Müziği ve Caz konusunda derin bir bilgiye sahip olduğu için bu noktanın altını çiziyor. Tıpkı Bir Hayat Üç Can’da Fahri Petek’in vurguladığı gibi: 

“Kimi kış gecelerinde Cavit Bey bizi yine bedavadan sinemaya alır ve sinema salonunda kurduğu tenekeden sobanın etrafına oturttururdu. O kocaman salonu ısıtmak için yaptırdığı çok geniş ve bitmez tükenmez borulu teneke soba yanardı ve bizi o kış akşamlarında çok güzel ısıtırdı."

"Onun bir röportajı çıkmıştı. Para yokmuş insanlarda, eczaneye yumurta getirirmiş köylüler, ilaç alırlarmış."

GRAMAFONDA

KLASİK MÜZİK,

SANDALYENİN

ÜSTÜNDE

TAN GAZETESİ

TLR makine_PNG.png

İzmir Postası gazetesi. 1934

Kaynak: İÜ Gazeteden Tarihe

Bakış Projesi Arşivi

Fahri Petek, Bir Hayat Üç Can'da anlatmaya devam ediyor:

"Sobanın çevresine oturttuktan sonra, filmin başlamasını beklerken, bize plak çalardı Cavit Bey. Ve biz o çocukluk yıllarımızda o plakları dinleyerek büyüdük. Aradan seneler geçti, İzmir’de miydi İstanbul’da mı bir gün kulağıma bir parça çarptı, aaa ben bu parçayı biliyorum kardeşim. Kimin bu filan diye sual ediyorum. Beethoven’in demesinler mi! Vay canına demek ki Cavit Bey bize çocukluğumuzda klasik müzik dinletmiş, kulağımızın pasını almış, bizi klasik müziğe alıştırmış. İşte kültür bu be kardeşim! Mozart, Beethoven kulaklarımıza yerleşmiş Cavit Bey sayesinde. Biz çocukken farkında değildik. Ama işte bal gibi o müziğe alışmıştık. O müzik bize hiç yabancı gelmiyordu. Kulaklarımız o klasik müzikle dolmuştu. Cavit Bey’in kahverengi büyük boy plakları vardı. Onları da çok iyi anımsıyorum. Bize klasik müzik dinletmiş ve sevdirmiş. Yıllar sonra bunu fark ettim ve ona bir kez daha teşekkür ettim. Benim Beethoven sevgim Cavit Bey’den kalma.” 

Gramofondan müzik dinlemenin çok kıymetli olduğu yıllardan bahsederken Bergamalı Karpuz Mustafa’nın da bu tutkusunu anlatmadan geçmek olmaz. Karpuz Mustafa eski bir lejyoner. Fransa adına Cezayir'de savaşmış. Savaştan sonra Bergama'ya dönmüş. Biraz da entelektüel biri, görmüş geçirmiş biri ama parası yok. Birkaç arkadaşı var Karpuz Mustafa’nın. Sirkenin Hüsnü mesela... Karpuz Mustafa, annesi vefat edince hemen ondan kalan evi satmış ve bir koşu gidip o parayla İstanbul'dan gramofon almış. Bergama’ya döndükten sonra her akşam ama her akşam arkadaşlarıyla birlikte o gramofonu Bergama’da Kozak yolundaki Haylazlar Kayası’na kadar taşımışlar ve orada şaraplarını açıp, esrarlarını sarıp alem yapmışlar. Müthiş bir zevk alıyorlarmış bundan. Arkadaşları da ‘Allah rahmet eylesin Karpuz Mustafa'nın anasına, eğer o ölmeseydi biz bu zevku sefayı nasıl yaşardık?’ derlermiş. (Nejat Simit’in aktarımı-YT)

Fahri Petek, Bir Hayat Üç Can’da çocukluk yaşlarından itibaren hatırladığı Cavid Bey hakkında çok özel ayrıntılar aktarır. Dönemin en solcu, en radikal ve en kaliteli gazetesi olan Tan okuyucusu olması gibi… O yılların çok okunan Cumhuriyet ve Akşam gazeteleri dışında Bergama’ya iki ya da üç adet gelen Tan gazetesini Cavid Bey’in dışında kimi subayların gizli saklı satın aldığından bahseder. Kendisinin ve arkadaşlarının da bu gazeteyi Cavid Bey sayesinde tanıdıklarını, zamanla tiryakisi olduklarını, sinemadaki sobanın çevresine oturup bir yandan müzik dinlerken bir yandan da Tan gazetesini karıştırarak filmin başlamasını beklediklerini anlatır. Fahri Petek, 1935-45 yıllarında yayınlanan sol eğilimli Tan gazetesini hazırlayan Sabiha ve Zekeriya Sertel ile yıllar sonra Paris’te tanışıp kendi söylemi ile ‘yoldaş’ olacaktır. 

Fahri Petek’in Cavid Bey hakkında aktardığı son derece değerli ayrıntılar arasında düzeltilmeye muhtaç bazı bilgi hataları olduğunu da söylemek gerekiyor. Cavid Bey ile Bergama’nın bilindik siyasi simalarından Haluk Ökeren’in kardeş olduklarına ilişkin kitabın hemen başlarındaki sözleri gibi: 

“Babamın Bergama’da tanıdığı, dostluk kurduğu birkaç kişi vardı. Örneğin avukat Haluk Ökeren. Birazdan tanışacağımız Bolşevik Cavit Bey’in kardeşi. Avukat Haluk Bey babamın iyi arkadaşlarından biriydi. Sinemacı Cavit Bey, avukat Haluk Bey’in kardeşiydi. Aralarında dünya kadar fark vardı. Haluk Bey gayet ciddi ve tutucu bir adam. Aynı zamanda epey zengin. Cavit Bey ise gönlü zengin bir adam. Ve gerçekten Bolşevik.”

Aslına bakılırsa Cavid Bey ile Haluk Bey’in kendileri değil anneleri kardeştir ve aralarındaki tek bağ da bundan ibarettir. Fahri Petek anılarında ekonomik ve siyasi olarak birbirlerinden taban tabana zıt bu iki kişiyi anarken zengin avukat Haluk Bey’in özellikle son yıllarında ekonomik zorluklar yaşayan kardeşi Bolşevik Cavid Bey’e hiç destek olmadığını söyler. Cavid Bey ile Haluk Bey kardeş değillerdir ama siyasi yönden tam da Fahri Petek’in anlattığı gibi karşıt görüşlere sahiptirler. Bergamalılar tarafından ‘Bolşevik’ ya da ‘Komünist’ lakabıyla taçlandırılan Cavid Bey’e karşın avukat Haluk Ökeren, Sefa Taşkın’ın söyleyişi ile ‘müthiş bir anti-komünist’tir.

Fahri Petek 1930’ların hemen başındaki çocukluk yıllarından hatırladığı Bergama’yı, elektriksiz ve evlerde gaz lambalarının kullanıldığı bir kasaba olarak tarif eder: 

“Elektriği olan tek mekân Cavit Bey’in sineması. Kendi jeneratörüyle kendi elektriğini üretiyor: Sinemanın önü aydınlık. Bergama’ya film getiren Cavit Bey Bergama’yı aynı zamanda adam etti. Sinemayla tanıştırdı. Kültür aşkını aşıladı. Hepimize. En başta biz çocuklara. Ve ilk gençliğini yaşayanlara. (…) Vahittin, Hilmi, Reşat ve benim gibi çocuklar için bulunmaz fırsat: Biz işte 4-5 arkadaş sinemanın önünde toplanırdık, davul zurna dinlerdik. Ve bilirdik ki Cavit Bey bizi herkesten önce ve bedava alacak sinemaya. Sinemanın kapısının açılışını beklerdik. Cavit Bey’in bizi bedavadan sinemaya alacağını biliyoruz. Ve Cavit Bey bizi, 5-10 kadar çocuğu bedavadan sinemaya alırdı.

Bolşevik Cavit Bey hakikaten bolşevikti. Bize yıllarca filmler izletti. Beş kuruş almadan. O güzelim sinemada o güzelim filmleri izlerken arada bir jeneratör bozulur, film pırırırtt diye kopardı. Çıkardık o zaman sinemadan ve hep birlikte arızanın giderilmesini beklerdik. Bu iş çok sürmezdi. Ve film sonra kaldığı yerden sürüp giderdi.”

Tan Gazetesi, 7 Şubat 1938
TLR makine_PNG.png

Tan gazetesi. 7 Şubat 1938

Kaynak: İÜ Gazeteden Tarihe Bakış Projesi Arşivi

TLR makine_PNG.png

Anadolu gazetesi

16 Nisan 1935 Kaynak: İÜ Gazeteden Tarihe Bakış 

Projesi Arşivi

TLR makine_PNG.png

Bergamalı öğrenciler piyes kıyafetleriyle. 1920'ler

Fotoğraf: Akil Ulukaya arşivi

TLR makine_PNG.png

Bergamalı bir aile. 1930'lar

Fotoğraf: Akil Ulukaya arşivi

CAVİD BEY'İN

PERDESİNDEN

GEÇEN

FİLMLER

Bir Hayat Üç Can’da Fahri Petek sinemada izlediği filmleri de anlatıyor: 

“Cavit Bey çok hoş filmler getirirdi. Sinema salonu genel olarak dolardı. Bugünkü sinema salonlarıyla kıyaslarsak küçüktü salonu ama yine de epey insan, epey seyirci alıyordu. 

Cavit Bey’in sinemasında her seansta, önce bir ‘komik’ film gösterilirdi. Hani kafasına tavayla vurulur ama adam oralı olmaz, türünden filmler. Laurel Hardy’li, Buster Keaton’lu, Fransız komedi oyuncusu ‘bedavacılar kralı’ Georges Milton’lu (‘Bubul’) bütün filmleri ve onlardan önceki komiklerin hepsini bu sayede izledim. Bütün Şarlo’ları da. Şarlo en büyüktü elbette. Sonra bir kovboy filmi gelirdi. Sonra başka tür filmler. Jim Mc Coy’lu, Baba Fairbanks’lı filmler, Zorro’lar, Melies’in filmleri, Johnny Weissmuller’li Tarzan’lar.

Kimi filmleri iki parçaya ayırırdı Cavit Bey: Haftada iki ayrı günde parça parça gösterirdi. Bazen üç ayrı günde. O zaman işte filmin kalan parçalarında neler olacak diye düşünürdük. Yani bazen bir hafta boyunca bir filmle yaşadığımız oluyordu. Elbette başka şeyler araya girip filmi unutturmazlarsa.”

Pepe Lo Moko. 1937
TLR makine_PNG.png

Peppe Le Moko

1937

Bedavacılar Kralı. 1939
TLR makine_PNG.png

Bedavacılar Kralı

1939

Zorro. 1939
TLR makine_PNG.png

Zorro

1939

Tarzan'ın Gizli Hazinesi. 1941
TLR makine_PNG.png

Tarzan'ın Gizli Hazinesi

1941

Port of Shadows (Le Quai des Brumes). 1938
TLR makine_PNG.png

Port Of Shadows (Quai des

Brumes) 1938

Fahri Petek çocukluğunda, Cavid Bey’in sinemasında hayranlıkla izlediği Fransız filmlerinin çekildiği coğrafyada gün gelip de bir tür sürgün hayatı yaşayacağını muhtemelen hayal bile etmemişti.

“Cavit Bey’in sinemasında gördüğüm filmlerden beni en çok etkileyenler Fransız filmleriydi. Sessiz filmlerdi bunlar. Belki sesliydiler ve Bergama’da sessiz gösteriliyorlardı. Jean Gabin’li filmleri izledim örneğin, Pepe Le Moko ilk gördüğüm filmidir. Daha sonra Quai des Brumes’ü seyrettim. (…) 1930’ların ikinci yarısında Bergama’da bir, belki iki tane Türk filmi gördük galiba. Aklımda kaldığına göre, Muhsin Ertuğrul’un bir Alman filminden kopyaladığı bir film örneğin. Alman filmi deyince hatırladım. O yıllarda Alman filmleri de izliyorduk: Fritz Lang’in eserlerini. Metropolis’i on beş yaşındayken filan gördüğümü anımsıyorum.” 

Bergamalı iş insanlarından 1930 doğumlu Mithat Öztüre de anılarını topladığı Ben Mithat Öztüre adlı kitabında Fahri Petek’in anılarını destekleyecek biçimde o günlerden bahsediyor: 

“O zamanın ilişkileri sanki daha sıcak, daha samimiydi. Mesela, çocukluğumda zihnimde yer etmiş bazı insanlardan da söz etmek isterim. İlk aklıma gelenlerden biri sinemacı Cavit… Eski postane yokuşunu çıkarken sağ tarafta 100-120 kişilik kışlık bir sineması vardı. Dokuz-on yaşlarındaydım. Sinemaya da meraklıyız ama para yok, kaçak giriyoruz. Fantom’lar, Tarzan’lar, Laurel-Hardy’ler falan, bayılıyoruz… Herkesin ‘Komünist Cavit’ dediği Cavit Bey, bizim sinemaya kaçak girişimize göz yumuyor, tabii dünyalar bizim oluyordu. Gerçi filmler de ikide bir kopardı. Bir gün her ne işe yarıyorsa, transformatör yanmış. Biz başladık ‘Ya sinema, ya para’ diye bağırmaya… Cavit Bey geldi, ‘Bre kodoşlar, hanginiz para verdiniz de, ne parası istersiniz? Makinist Hamza transformatörü yaktı. Sesinizi kesin, gidin. Düzeltince yine gelirsiniz.’ dedi. Cavit Bey nereliydi, bilmiyorum. Ama doğru dürüst para kazanamadığını biliyorum. Çünkü çoğu kişiden para almazdı.”

Zaman zaman Cavid Bey’i kızdırmak için ona takılanlar olduğundan da Y. Kayıhan Özçelik bahsediyor:

“Bazı muzip gençler Cavid Bey'i kızdırmak için sinemanın kapısında durup ‘Cavit Bey, tek gözle seyretsek 5 kuruşa olmaz mı?’ diye sorarlardı. Bu anlattığım 1935’lerde filan olmalı.”

Metropolis. 1927
TLR makine_PNG.png

Metropolis

1927

Midnight Phantom. 1935
TLR makine_PNG.png

Midnight Phantom

1935

Leyla ve Mecnun_Plak_.jpg
TLR makine_PNG.png

Leyla ile Mecnun filminin Türkiye gösteriminde Müzeyyen Senar'ın seslendirdiği şarkının plağı

Cavid Bey’in sinemasının müdavimleri arasında Türk Sanat Müziği’nin ünlü bestecilerinden ve icracılarından Alaeddin Şensoy da vardı. Şensoy çocukluğundan itibaren babasının lokantasında çalışmaya başlamıştı. Sefa Taşkın’ın Bergama'da Abacıhan Sokak kitabından alıntılayalım:

“Genç Alaattin, babasının Bodrumüstü’ndeki lokantasında çalışıyordu. Lokantadan sabaha kalan içki şişelerini toplar, onları satar, parasıyla Cavit Bey’in Abacıhan Sokak’ındaki sinemasına giderdi. Sadettin Kaynak’ın bestelerini söyleyen Müzeyyen Senar’ı dinlemek için Arapların çevirdiği Leyla ile Mecnun filmini on bir kez izlemişti. 

Babası Yusuf’un arkadaşı Sinemacı Cavit Bey, onun güzel sesli olduğunu bilir, ‘Gene mi sen yakışıklı’, derdi, ince tel çerçeveli gözlükleriyle mahcup mahcup gülümseyen delikanlıyı sinemada görünce: ‘Bir gün sen de onlar gibi güzel şarkılar besteleyecek, söyleyeceksin.’

Taş plaklarıyla poz veren bir Bergamalı.
TLR makine_PNG.png

Taş plaklarıyla poz veren

bir Bergamalı. Fotoğraf: Ali İhsan Güngül arşivi

Genç Alaattin arada ısrarlara dayanamaz, Cavit Bey’in sinemasının karşısındaki eski Angelopulos’un binasının, yeni Kız Sanat Okulu’nun, bir ara kahvehane olarak kullanılan alt katındaki salonda küçük bir harçlık karşılığında bazen şarkı söylerdi.”

Bergama Fotoğrafları_panorama_web.jpg
Nebil Özgentürk tarafından Bergama Belediyesi için 2018 yılında hazırlanan Cumhuriyet'in İlk Şenliği Bergama Kermesi belgeseli
TLR makine_PNG.png

Cumhuriyet'in İlk Şenliği: 

Bergama Kermesi/

Nebil Özgentürk, 2018

MANASTIR

GÖÇMENİ

CAVİD BEY

VE SIĞINMACI

YUNAN ASKERLERİ

MUSIC_PNG.png

Gentle Steps / The Call 

Onur Meriç Tunca

00:00 / 02:01

1930’larda 4 nahiye ve 128 köyü ile birlikte nüfusu 60 bini dahi bulmayan Bergama’da yaklaşık 300 metre karelik alana sahip 100-120 kişilik sinema işleten Bolşevik Cavid Bey Selanik, Manastır göçmeniydi. Rumeli’de Rodop sıradağlarının güneyindeki verimli Makedonya ovası ile Batı Trakya düzlüklerinde tütüncülük yapan diğer Türkler gibi Cavid Bey de Bergama’ya yerleştikten sonra pek de para kazandırmayan sinemacılığın dışında uzun yıllar, burada da geçer akçe olan tütün üretimi yaptı. İhtimaldir ki Makendonya bölgesindeki pek çokları gibi Cavid Bey ve ailesi de Balkan Savaşları ile I. Dünya Savaşı arasındaki dönemde Türkiye’ye göçmüştü. Bergama’nın kültür hayatında derin izler bırakan Ali İhsan Güngül, Fatma Dalay’a verdiği röportajda, resmi kayıtlardan farklı olarak Cavid Bey’in Florinalı olduğunu söylüyordu. Cavid Bey’in hikâyesi de, Necati Cumalı’nın, ailesinin, Manastır’a 50 km mesafedeki Florina’dan ayrılışını konu ettiği öyküsüne benzer bir öykü olabilir miydi acaba?

“Babamı, birlikte olduğumuz yıllarda değil, hep yaşadıkça, onun yaşına geldikçe anladım. Kurtuluş Savaşı’nın haberlerini hep Kur’an okuyarak, dua ederek izledi. Savaşın kazanılmasından neler beklediğini hiçbir zaman açık açık söylemedi. Fakat Florina’nın, Selânik’in bütün o camili, bağdâdî evli, Müslüman Makedonya topraklarının Osmanlılar’dan kopması, çok değil daha on yıllık hikâyeydi. Yunanlılar’ın eline geçmiş bile olsa Florina’yı Osmanlı kasabası görüyordu hâlâ. Tam, kendi bildiğinden başka doğru tanımayan, dik kafalı Rumelilerdendi o. Yenilgiyi hiçbir zaman kabullenmemişti. Lozan Antlaşması imzalanıp da, Batı Trakya Türkleri olarak bizlerin Batı Anadolu Rumları ile yer değiştireceğimiz duyulunca inanmak istemedi. “Olmaz öyle şey!” diyordu. Haber kesinlik kazanınca “Ben Florina’dan ayrılmam” diye tutturdu. Yola çıktık. Babam Selânik’e kadar ağzını açmadı. Trenin penceresinden Makedonya topraklarına, dağlara taşlara baktı durdu. Meşe ağacından yüksek arkalıklı bir koltuğu vardı. Selânik’te vapura bineceğimiz gün, yolculukla ilgili işlemleri tamamlarken, yorulmasın diye, gümrüğün rıhtıma inen merdivenleri önünde, koltuğuna oturtmuştuk onu. Koltuğunda yine öyle dalgın, tek söz etmeden bekliyordu. Vapura geçeceğimiz sırada birden, gerisinde, iki eliyle kavradı rıhtım merdiveninin parmaklıklarını. Doksan üç yaşındaydı. Hâlâ güçlü kuvvetliydi. Ben Fehim Çavuş, Salih Bey, ellerini çözemedik bir türlü parmaklıklardan. “Benim yerim Florina. Ölülerimi kimsesiz bırakamam! Toprağımı bırakamam! Siz gidin, bindirin beni trene, Florina’ya geri döneyim, Florina’da öleyim…” Vapur kalktı kalkacak, söz anlamıyordu. Zorlukla, sonunda üç kişi koltuğu ile yerden havalandırdık, ayırdık ellerini parmaklıklardan. Ayırdık ama ayaklarına felç inmişti. Vapura, koltuğunda, elden ayaktan kesilmiş olarak bindi. Aklı yerindeydi, eskisi gibi rahat konuşuyordu. Göçmen olarak Urla’ya yerleştik. Urla’da üç yıl yatağında sılasını yaşadı. Baktığı yerden gözlerini ayırmadan sık sık dalar giderdi. Arada, kendini tutamadığı sıralarda “Ah, Florina’yı bırakmayacaktım. Florina’da ölecektim!” dedikçe, artık gölgelenmeye başlayan bakışlarında, cins atlar gibi, geniş sağrılı dik omuzlu dağlarının izdüşümleriyle Makedonya göklerinin ışığı yansır, yüzü bulutlardan sıyrılmış gibi aydınlanırdı” (Makedonya 1900, Necati Cumalı, 1976). 

 

1939 yılının sonbaharı, hem Türkiye hem de dünya için kara bir yıl olur. Önce, 1 Eylül’de faşist Alman devletinin orduları Polonya’yı işgal harekâtına başlayınca II. Dünya Savaşı’nın fitili ateşlenir, sonra 22 Eylül’de Bergama’da da ciddi yıkıma sebep olan Dikili Depremi yaşanır. Aradan üç ay geçer ve bu kez Türkiye’nin en büyük depremlerinden biri olarak bilinen Erzincan Depremi gerçekleşir. Peş peşe gelen depremlerin açtığı yaralar, dünyayı hızla karartan büyük savaşın gölgesinde sarılmaya çalışılırken 1941 yılında Almanya, İtalya ve Bulgaristan ittifakının orduları Yunanistan’a saldırır. Bozguna uğrayan Yunan birliklerinin bir kısmı Türkiye’ye sığınır. Doç. Dr. Ulvi Keser’in Arşiv Belgeleri Işığında II. Dünya Savaşı Sürecinde Türkiye’de Mülteciler ve Esirler Sorunu makalesinde bu döneme ilişkin önemli ayrıntılar yer alır. Keser’in aktardığı belgelere göre Yunan askerlerinin dışında aralarında sivillerin de bulunduğu binlerce kişi için Edirne, Aydın, Denizli, Niğde, Yozgat, Sivas ve İzmir’de sığınma kampları kurulur. İzmir’deki kamp Bergama’dadır ve Haziran 1941 tarihinde 17’si rütbeli olmak üzere 1379 Yunan askeri bu kampa yerleştirilir.

Bir kuşak öncesinde Bergama’da üç yıldan fazla işgalci konumunda hüküm süren Yunan ordusunun askerleri bu kez hayatta kalmak için Bergama’ya sığınmışlardır. 

Nebil Özgentürk’ün hazırladığı Tarihin Işığında Cumhuriyet’in İlk Şenliği: Bergama Kermesi belgeselinde Bergama’ya getirilen Yunan askerlerinin o yıl yapılan Bergama Kermesi’ne katıldıklarından bahsedilir. Önemli bir kısmı Yunanistan ana karası ile adalarından gelme muhacirlerden oluşan Bergama halkı yeni misafirleri ile Rumca konuşabilmekte, onları kendi dillerinde ağırlayabilmektedir. 

Sefa Taşkın o günlere ilişkin dilden dile aktarılan güzel bir hatırayı Bergama'da Abacıhan Sokak kitabında şöyle anlatıyor:

“Yunanlı askerlerden biri bir gün Cavit Bey’in sinemasına gitmiş, boş bir yere oturmuş. Cavit Bey askerlerden de para almıyormuş. Yunanlının oturduğu koltuğa meğerse daha önce bir Bergamalı oturmuşmuş. Ne bilsin asker, adam dışarı çıkınca boş kalan yere oturmuş. Bergamalı geri dönüp Yunanlı askeri yerinden kaldırmaya kalkınca ayaklanmış sinemadaki diğer izleyiciler. ‘Konuklara böyle yapılır mı?’ diye hemşehrilerine kızmışlar, çıkışmışlar. Yunanlıya dokundurtmamışlar.

Bergamalılar faşizmden kaçan konukları karınca kararınca ağırladılar. 20 yıl önce birbirini kıran iki toplumun evlatları çok daha büyük bir felaketin, Nazilerin karşısında dayanışma içinde olmasını biliyordu.”

1930’larda 4 nahiye ve 128 köyü ile birlikte nüfusu 60 bini dahi bulmayan Bergama’da yaklaşık 300 metre karelik alana sahip 100-120 kişilik sinema işleten Bolşevik Cavid Bey Selanik, Manastır göçmeniydi.

TLR makine_PNG.png

Bergama'da bir resmi tören,

1930'lar

İstiklal Meydanı Sinemaları

BOLŞEVİK

CAVİD BEY,

'GİZER' SOYADINI

ALIYOR VE

CUMHURİYET

SİNEMASINI

AÇIYOR

Bergama’da İstiklal Savaşı gazilerinden Mahmut Celal Avdan’ın kız kardeşi Hatice Avdan ile evlenen ve 1934 tarihli Soyadı Kanunu sonrasında Gizer soyadını alan Cavid Bey’i, Hatice Hanım’ın yeğeni Bekir Sıtkı Avdan da hatırlıyor:

“Ben küçük olduğum için kendisini hayal meyal hatırlıyorum. Cavid Bey tütüncülük de yapardı. Bizim evlerimiz bitişik evlerdi. Ayrı girişleri vardı ama aynı evdi aslında. Cumhuriyet Meydanı'nda. Şimdi Türk Hava Kurumu'nun bulunduğu binanın yanındaki evler bize aitti. Hava Kurumu dahil arka sokağa kadar olan köşebaşı babam ile halamın (Cavid Bey'in eşi Hatice Hanım’ın-YT) yeriydi.

Ben hayal meyal hatırlıyorum ama Bergama’nın eski belediye başkanlarından Ahmet Süter de anlatırdı bana… 1927 doğumluydu Ahmet Süter. Cavid Bey’in ilk sinemasının eski postane yokuşunda olduğunu anlatırdı. Ben onu değil de sonrasında İstiklal Meydanı’nda çalıştırdığı Cumhuriyet Sineması’nı biliyorum. Kör Hafız diye de bilinen Mustafa Yengin’in yeriydi. Cavid Bey’den sonra onlar işletmeye devam etti zaten. Cavid Bey Bergama'nın ilk

DSLR makine_PNG.png

Bekir Sıtkı Avdan - Bergama 2021

Fotoğraf: Yücel Tunca

sinemacısı olarak hanımlara gündüz matinesi yapardı. Filme ara verilince yani antraktta sahneye çıkar hanımlara sinemayı metheder, sinema konusunda bazı bilgiler verir, onları sinemaya daha çok yaklaştırmaya çalışır, konuşmalar yapardı.”

Bir çocukluk hatırası olarak Cavid Bey’i hatırlayanlardan Suat Gobi de onu şöyle anlatıyor:

“Kısa boylu, fötr şapkalı bir esnaftı Sinemacı Cavid Bey. 40’lı yılların sonları olmalı… Cumhuriyet Sineması’nda bir gün ben en arkada otururken yanıma geldi. Göçmen ağzıyla konuşurdu. ‘Nasılsın evlat, ses iyi geliyor mu, duyuyor musun?’ diye sormuştu bana.”

Bekir Sıtkı Avdan, Cavid Bey’in girişimciliğini daha iyi anlamamızı sağlayan oldukça önemli bir başka ayrıntıdan bahsediyor:

“Türkiye'de bulunan üç güzel sinema makinesinden bir tanesi İstanbul'da, bir tanesi Bergama'daymış o zamanlar. Üçüncüsünü hatırlayamadım. Cavid Bey, Halk Eğitim Merkezi'nde (O dönemde Halkevi-YT) renkli yabancı film getirip oynatıyordu. Hiç unutmam, o filmleri gittim seyrettim. Halk Eğitim’deki gösteriyi özel davetliler için yapmıştı. Papyon, kravat... Kapıdan girişte lokum ikramları filan... O filmleri hiç unutmam: Şeytan'ın Kızı Gilda... Yeşil Yunus Sokağı... deprem filmiydi bu... renkli filmlerdi.”

Bekir Sıtkı Avdan’ın hatırladığı özel gösterime ilişkin 1948 yılının Aralık ayında Bugün gazetesinde yayınlanan haber bazı farklı detayları da barındırıyor:

“Bergama Yeni Bir Sinema Makinesi Kazandı

Şehrimizin tanınmış ve teşebbüs sahibi simalarından Cavit Gizer 14 bin lira değerinde yeni bir Sinema makinesi getirmiştir. 27 aralık günü akşamı halkevi salonunda seçkin davetlilere renkli bir filim gösterilmiş, Cavit Gizer’in bu teşebbüsü takdirle karşılanmıştır.”

1930’ların sonlarında ya da 40’ların başlarında sinemasını Abacıhan Sokak’tan, İstiklal Meydanı’ndaki Paşaoğlu Han’ın yanı başına, günümüzde market olarak kullanılan binaya Cumhuriyet Sineması adıyla taşıyan, ayrıca binanın hemen arkasındaki alanda bir de yazlık sinema işletmeye başlayan Cavid Bey’in bu yeni dönemine Yoğurtçu Eşref Taşkın delikanlılık yaşlarında tanıklık eder:

“Cavid Bey bir ara Halkevi'nde de filmler oynattı. Yeni filmler geliyordu oraya da. Aynı filmi burada oynatıyordu. Filmin yarısı oldu mu hemen ilk makarayı alıp götürüyordu aşağıya. Orada başlıyordu göstermeye. Orada yarısı olana kadar buradaki bitiyordu, o kısmı da hemen oraya yetiştiriyorlardı o zamanlar. İyi müşteriler, üst tabaka oraya, Halkevi’ne gidiyordu. Memur takımı..."

Ahmet Süter’in yeğeni Ali İhsan Süter de Bekir Sıtkı Avdan’ı destekleyen ve geliştiren bilgiler veriyor: 

“Amcam Ahmet Süter, ‘Çok sıkı komünistti Cavid Bey.’ derdi. Otururken bir ayağını altına alıp otururmuş. Öyle bir özelliği varmış. Cavid Bey'in bir özelliği öğlenleri kadın matinelerinde çıkıp konuşma yapmasıymış. Nutuk atarmış.”

Abacıhan Sokak’taki ilk sinemadan sadece birkaç yüz metre ötedeki Cumhuriyet Sineması’nı hangi yıl, hangi koşullarda kurmuştu Cavid Bey, bilemiyoruz. 1939 yılının Mart ayında Bergama gazetesinde yayınlanan bir ilanda 'Cavit Sineması' olarak anılan mekân 1944 yılında yayınlanan Bakırçay dergisindeki ilanda 'Cumhuriyet Sineması' olarak anılır. Bu ilan Cavid Bey’in sinema işine kaç yıldır emek verdiğine dair önemli bir bilgi içermektedir:

“MÜJDE

Yirmi yıldanberi sayın Bergama’lıların rağbetiyle yaşayan müessesemiz şükran borcunu ödeyebilmek için hiçbir kazaya nasip olmayan zenginlikteki 1944 yaz proğramını gelecek sayıda mutlaka görmenizi tavsiye eder,

Bergama Cumhuriyet Sineması”

İlandaki bilgiye göre 1924 yılından itibaren sinemacılık yapan Cavid Bey’in yeni mekânı Cumhuriyet Sineması’nın adı 27 Kasım 1944 yılında Yeni Bergama’daki ilanda ‘Bergama Cumhuriyet Sinaması’ olarak geçer. İstanbul ve İzmir sinemalarında yakın zamanda gösterilmiş olan İkinci Dünya Harbi ve Bütün Safahatı adlı ‘3250 metrelik’ belgesel savaş filminin duyurusunun yapıldığı ilanda, diğer seanslardan farklı olarak çarşamba günü 15.00 seansının sadece kadınlara açık ve aynı zamanda tenzilatlı olacağı belirtilmektedir.

Bergama Halkevi salonu. 1940'lar
TLR makine_PNG.png

Bergama Halkevi. 1940'lar

Fotoğraf: GGFB-Berrin Coşkun paylaşımı

Şeytanın Kızı Gilda. 1946
TLR makine_PNG.png

Şeytanın Kızı Gilda

1946

Yeşil Yunus Sokağı. 1947
TLR makine_PNG.png

Yeşil Yunus Sokağı

1947

Bergama gazetesi. 1939
TLR makine_PNG.png

Bergama gazetesi.

Mart 1939 Kaynak: Milli Kütüphane Dijital Arşivi

Bugün gazetesi, 1948
TLR makine_PNG.png

Bugün gazetesi. 1948

Kaynak: Milli Kütüphane

Dijital Arşivi

1944_Bakırçay Dergisi_web.jpg
TLR makine_PNG.png

Bakırçay dergisi. 1944

Kaynak: Milli Kütüphane Dijital Arşivi

DSLR makine_PNG.png

Ali İhsan Süter - Bergama 2020

Fotoğraf: Yücel Tunca

Bergama Postası gazetesi, 12 Aralık 1948
TLR makine_PNG.png

Bergama Postası gazetesi

1948 Kaynak: Milli Kütüphane Dijital Arşivi

SES_PNG.png

Suat Gobi anlatıyor

00:00 / 01:00
1944_cumhuriyet sinemasında_n (2)_web.jp
TLR makine_PNG.png

Yeni Bergama gazetesi

1944 Kaynak: Milli Kütüphane Dijital Arşivi

BERGAMA'NIN İLK 

YAZLIK SİNEMASI:

YILDIZ

Eşref Taşkın, Cavid Bey'in Yıldız Sineması'nı çalıştırdığı günleri anlatıyor:

"Cavid Bey, İstiklal Meydanı'nda şimdi yerinde market olan Cumhuriyet Sineması’yla hemen arkasındaki yazlık Yıldız Sineması'nı da işletti. Cavid Bey'in yazlık sinemasında 16 yaşlarında filandım. Çok güzel filmler geliyordu. Yerli filmler, Amerikan filmleri geliyordu. Hiçbirini kaçırmazdım, hepsine giderdim. Yıldız Sineması yani şimdi Yıldız Garajı'nın olduğu yer, hani arabaları park ediyorlar… Aradan giriyorsun, tam karşıda kapısı vardı onun. Önceleri, yani 40'lı senelerde perde duvarı Kale Mahallesi tarafındaydı, arka taraftaki demir kapıdan, sinagog (Yabets Sinagogu-YT) tarafından giriliyordu sinemaya. O zamanın kapıları işlemeli oluyordu. İki kanatlı demir bir kapısı vardı. Bir evden çıkartılıp oraya takılmış gibiydi, öyle anlaşılıyordu. O perde dört-beş sene öyle durmuştur herhalde. Sonra perde diğer tarafa yapıldı.” 

Bergama ve solda Yıldız Sineması'nın perdesi. 1965
TLR makine_PNG.png

Yazlık Yıldız Sineması. Solda, sarı çerçeve içindeki alan. 1965

Fotoğraf: Geçmişten Günümüze Fotoğraflarla Bergama-Facebook sayfası.

"Sinemaya içimizden bir kişi girer film başladığı zaman taşları itip, bizi de içeri alırdı."

Akşit Tedik de çocukluk, gençlik yıllarına denk düşen Cumhuriyet ve Yıldız sinemaları ile Cavid Bey’i hatırlayanlardan:

“Yıldız Sineması'nın arkasında büyük demir bir kapı vardı. Büyük taşlar dayayarak kapatırlardı o kapıyı. Sinemaya içimizden bir kişi girer film başladığı zaman taşları itip, bizi de içeri alırdı. Kaçak girerdik. Çok yapmadık ama birkaç defa yapmışlığımız vardır. Başkaları da yapardı tabii. Çocuk aklıyla... Cavid Bey de sahneye çıkar, ‘Şimdi benim kıymetimi bilmiyorsunuz ama gün gelecek benim heykelimi dikeceksiniz.’ derdi Rumeli şivesiyle.

Bunun gibi olaylar oluyordu tabii. O zamanki elektrik durumlarını düşünün. Cumhuriyet Sineması’nın su motoru gibi bir jeneratörü vardı. Belediyede çalışan Servet Abi onunla çalıştırırdı film makinesini. Jeneratörün sesini duyardık arka taraflardan. Film oynarken motor bir arıza yapar, millet ayağa kalkıp Cavid Bey'e protesto yapardı: ‘Ya sinema, ya paramız!’ derlerdi. O da çıkar, yine öyle söylerdi: ‘Bir gün gelecek benim heykelimi dikeceksiniz ama şimdi yoksunuz bazı şeylerden... Ama haklısınız.’ derdi.

DSLR makine_PNG.png

Akşit Tedik - Bergama 2020

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 03:48

Kısa boylu, minyon tipli bir adamdı Cavid Bey. Muhacirdi herhalde. Yunanistan'dan gelen göçmenlerden olabilir. Çünkü konuşması da öyleydi.

Belli oluyordu yani. Oturup konuşmuşluğum yoktu tabii. Ben daha çocuktum çünkü. Benden 30-40 yaş kadar büyüktü. 50-60 yaşlarında filandı. Film başlamadan önce sanırım 45’lik taş plaklardan, gramofondan müzik çalınırdı sinemada. Erkenden gidip belki bir saat dinlerdik. Eski şarkıları oralarda öğrendim. Film başlamadan önce erken gittiysen, müzik başlamıştır. En az yarım saat... Müzik biter film ondan sonra başlardı. Film arasında yine müzik çalınırdı.”

ESKİ VİDEO_PNG.png

Yazlık Yıldız Sineması'nın pazar yeri ve otopark olarak kullanılan alanının 2000 yılındaki görünümü.

Video: Fatma Dalay,  Montaj: Yücel Tunca

ESKİ VİDEO_PNG.png

Fuat Tecik anlatıyor. (2000)

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

Fahri Petek’in babası Avni Hilmi’nin eczanesinde çalışmış olan Fuat Tecik de Yıldız Sineması’nı ve o günleri şöyle aktarıyor: 

“Cavid Bey’in yazlık sinemasının ortasında bir havuz vardı. Biz çocuklar havuzun kenarına oturup seyrederdik filmleri. Muhterem Nur filmlerini çok severdik. Öpüşme sahnelerinde çocuklar bağrışmaya başlardı. Tarzan filmlerinin çıkışında da tarzan gibi bağıra bağıra dolaşırdı çocuklar. Filmlerden önce o günlerin ünlü şarkıları çalardı pikaptan. Hatta Bergama’nın sesi güzel gençleri de bazen sahneye çıkıp şarkı söylerlerdi. Ta ki üç kere arka arkaya zil çalana kadar.

 

Cavid Bey sinemaya insan toplamak için davul çaldırırdı. ‘Şimdi insanları toplamak için davul çaldırıyoruz ama gün gelecek bu halk sinemaya girebilmek için camını çerçevesini aşağıya indirecek.’ derdi.”

Bugün gazetesi, 1948
TLR makine_PNG.png

Bugün gazetesi. 1 Ekim 1948

Kaynak: Milli Kütüphane D.A.

Eşref Taşkın ile Akşit Tedik’in söz ettiği yazlık Yıldız Sineması’nın, 1 Ekim 1948 tarihli Bugün gazetesinde yayınlanan ilanda adı Cumhuriyet Sineması Yıldız Bahçesi olarak geçer:

“Cumhuriyet Sineması Yıldız Bahçesi’nde 1-10-948 Cuma gününden itibaren

Sayın Halkımızdan gördüğümüz rağbete bir mukabelei şükran olmak üzere Şarkın en büyük filmlerinden biri olan, ÜVEY KARDEŞLER Filmini Sunar.

Bu film Arap Filmlerinin en güzelidir. Şarkılarını her akşam İstanbuldan Ankaradaki Radyomuza konserlerini vermekte olan yüksek ses artistimiz (HAMİYET YÜCESES) okumaktadır.

NOT: Numaralı biletler her zaman olduğu gibi gündüz kışlık ve akşam yazlık bahçe kişelerimizde satılmaktadır.”

"Fimlerden önce o günlerin ünlü şarkıları çalardı pikaptan. Hatta Bergama'nın sesi güzel gençleri de bazen sahneye çıkıp şarkı söylerlerdi. Ta ki üç kere arka arkaya zil çalana kadar."

DSLR makine_PNG.png

Mehmet Tevfik Olur - Bergama 2020

Fotoğraf: Yücel Tunca

DSLR makine_PNG.png

Ahmet Bozkırlıoğlu - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 01:23

Cavid Bey sinemalarında göstereceği filmleri bir yandan gazetelere verdiği ilanlarla duyurmaya çalışırken bir yandan da ‘dellâl’ tutup sokak sokak anons yaptırır. Mehmet Tevfik Olur, babasından dinlediklerini aktarıyor:

“1940'larda Cavit Bey neredeyse zorla müşteri toplarmış sinemaya. Dellâl ile, çığırtkan ile... Cavid Bey’in kendisi de bazen sokaklarda arabayla dolaşır reklam yaparmış. Elinde megafon yerine bir boru, insanları neredeyse zorla sinemaya çağırırmış.”

Yazlık sinemalara ‘bahçe sineması’ denilen o yıllarda, Yıldız Bahçesi ya da Yıldız Sineması’nın ulaşabildiğimiz basılı kaynaklarda adının geçtiği kayıtlar 1940’ların sonuna denk geliyorsa da buradaki sinemanın biraz daha eskiye dayandığına ilişkin bilgi aktarımları da var. Yıldız Sineması’nın arazi sahibinin oğlu Ahmet Bozkırlıoğlu babası Ali Bey’den duyduklarını şöyle anlatıyor:

“Babam 1929-30 yıllarında üç katlı turistik bir otel yapımına başlamış şimdiki Yıldız Garajı'nın orada. Aslında tütün işindeymiş, tütün eker, tütün alır satarlarmış. Otel yapmak için başlamış inşaata ama yarım kalmış. Kağnı arabalarıyla taşıdıkları taşlarla 580 metrekare alanın etrafını 9 metre duvarla çevirmişler. Pencerelerin yerlerini bırakmışlar boşluk şeklinde. O yüzden kale gibi görünürmüş. 1929’daki Büyük Buhran'ın Türkiye'de de kriz yaratması sonrasında batmışlar. İstiklal Meydanı'ndaki Paşaoğlu Oteli'nin hemen arkasıydı. İnşaat yarım kalınca bir süre sonra yazlık sinema olarak değerlendirip kiraya vermiş babam. İşte o vakitlerde Cavid Bey tutmuş büyük olasılıkla. 60'ların başında babam kendisi çalıştırmaya başlayana kadar icar olarak vermiş başkalarına.”

Bilgin Yasa da, Cavid Bey hakkında babasından duyduğu şaşırtıcı bilgileri aktarıyor:

“Babam Mustafa Yasa’nın anlattığına göre, Cavid Bey ya askere gitmiş ya da Balkan Harbi'ne katılmış -ki büyük ihtimalle Balkan Harbi'ne katılmış- gönüllü olarak. Savaş bitiyor, yenilip dönüyorlar. Bir bakıyorlar bunlarla beraber bağırıp çağıran adamların hiçbiri askere gitmemiş. Bizim Cavid Bey bunları görünce siyasi düşüncesini değiştiriyor. Devrimciliğe öyle geçiyor. Bergama'ya nasıl geldiğini bilmiyorum yalnız. Kısa boylu bir adam fakat ateş gibi bir insan. Girişimci. Babam mesela, ‘Ben bir yaş büyük olsaydım, İstiklal Savaşı'na katılacaktım’ derdi ki Cavid Bey babamdan büyüktü. O yüzden Balkan Harbi'ne katılmış, diye düşünüyorum. Babam 1904 doğumluydu. Cavid Bey daha büyüktü.

Ali Bozkırlıoğlu
TLR makine_PNG.png

Ali Bozkırlıoğlu

Fotoğraf: Ahmet Bozkırlıoğlu

aile albümünden.

Bildiğim kadarıyla 1933-34 senelerinde Halk Eğitim’de, o zamanlar Halkevi imiş, ilk renkli sinema gösterimini orada yapmış Cavid Bey. Cumhuriyet Meydanı'ndaydı Halkevi. Okul çocuklarını öğretmenler alıp o filmi izlemeye götürmüşler. Bunu da bir arkadaşımın annesi anlatmıştı. Bu Cavid Bey tek başına sinemayı geliştirmek, yerleştirmek için Bergama'da bayağı uzun mücadeleler vermiş. O dönem millet biraz daha tutucu, gâvur icadı filan diyorlarmış, alışkanlık yokmuş daha. Önde davul çaldırıyor, ‘Bu akşam sinemamızda bu film var!’ diye davulcuyla beraber reklam yapıyormuş. Pek kâr da etmiyormuş. Ve çoğu günler herhalde ilgi az olduğundan yakınıyormuş ama bir yandan da ‘Gün gelecek Bergama'da üç dört sinema olacak ama o bile yetmeyecek.’ diyormuş. İleriyi görüyor yani. Bunları babamdan naklediyorum. Öyle bir mücadeleci bir adam. Diğer bir adı da Komünist Cavid ya da Bolşevik Cavid... Babam bu tarafını söylemezdi. Cavid Bey derdi. Bey olarak görüyordu. Çünkü onların nazarında değerli bir insandı. Bergama’ya değişiklikler getiren bir insan...” 

"Gün gelecek 

Bergama'da üç dört sinema olacak ama

o bile yetmeyecek."

CAVİD BEY'İ, KIZI NERMİN HANIM ANLATIYOR

Bolşevik Cavid Bey_02_web.jpg

Bolşevik Cavid Bey’in kitaptan kitaba, hafızadan hafızaya izini sürerken kızı Nermin Kalay’a ulaşmak, araştırmanın heyecan verici doruk noktalarından biri

olmuştu.

Bolşevik Cavid Bey’in kitaptan kitaba, hafızadan hafızaya izini sürerken kızı Nermin Kalay’a ulaşmak, araştırmanın heyecan verici doruk noktalarından biri oldu. Nermin Hanım ile uzun bir bayram tatili için geldiği Bergama’daki evinde buluştuk. Kahve içerek eski günlerden konuşurken daha önce hiçbir yerde görmediğim, sabırsızlıkla görmeyi beklediğim birkaç fotoğrafı ve Eylül 1926 tarihli Bergama Ticaret ve Sanayi Odası Tüccarân Hüviyeti’ni çıkartıp önüme koydu. 

TLR makine_PNG.png

Cavit Gizer (Boşevik Cavid Bey) Fotoğraf: Nermin Kalay

aile albümünden.

Cavid Bey'in tüccaran hüviyeti
TLR makine_PNG.png

Cavid Bey'in tüccarân hüviyeti.

Kaynak: Nermin Kalay

Cumhuriyet Oteli'nden yollnmış bir mektup. (Salt Araştırma Kolleksiyonu)
TLR makine_PNG.png

Cumhuriyet Oteli'ndeki Tayyar Bey'e 

yollanmış bir mektup. Kaynak: Salt Araştırma Koleksiyonları.

TLR makine_PNG.png

Bergama Tarihi Ve Rehberi-Hausoulier ve Pontremoli. 1929

Kaynak: Sarı Denizaltı kitaplığı

Bergama Ticaret ve Sanayi Odası Tüccarân Hüviyeti’nde Cavid Bey’in doğum yılı 1888, doğum yeri Manastır olarak yazılıydı. Baba adı, Rıza; ikametgâh adresi, ‘Bergama Rahmi Bey Mahallesi’; ticaretgâhı, Cumhuriyet Oteli; emlâkı başlığı altında da ‘otel, kahve, sinema, bağçe’ yazılmıştı. 

1929 tarihli İzmir ve Havalisi Asarıatika Muhipleri Cemiyeti tarafından yayınlanan Bergama Tarihi Ve Rehberi’nde ‘Müeessesat’ başlığı altında adı geçen Cumhuriyet Oteli’nin Cavid Bey’e ait olduğunu böylelikle öğrenmiş oluyorduk. SALT Araştırma Koleksiyonları arasında yer alan, bu otelden yollanmış bir mektup dışında otele dair elimizde başka bir kayıt ya da nakledilen bir hatıra yok maalesef. Ayrıca, ‘Tüccarân Hüviyeti’nde söz edilen kahve hakkında da henüz hiçbir bilgiye sahip değiliz. 

Nermin Hanım, bunların dışında birkaç tane de eski kartpostal göstermişti o gün: 1931 ve 1932 tarihli Selanik, Manastır ve Ayasofya görüntülerinin olduğu kartpostallar… 

"Babam Selanikli, Manastırlıydı. Bu kartpostallara bakardı hep. Çok özlerdi Selanik'i."

“Babam Selanikli, Manastırlıydı. Bu kartpostallara bakardı hep. Çok özlerdi Selanik’i… Oradan gelmiş. Halûk Ökeren vardı avukat, babamın teyze çocuğuydu. Bir de halam vardı, Enver halam. O da teyze çocuğuydu babamın. Ne şekilde Bergama'ya gelip yerleştiler bilemiyorum. Buraya geldikten sonra annem Hatice Avdan'a talip olmuş. Annemler de Trablusgarp'tan gelmişler. Dedemiz tabur kâtibi olarak Trablusgarp'a gitmiş zamanında. Orası o kadar sıcakmış ki sağlıklarına dokunmuş. Tayinini istemiş tekrar, İzmir'e istemiş. İzmir'de münhal yer olmayınca Bergama'ya vermişler. Onlar da buraya yerleşmiş. Babam da burada anneme talip olmuş, evlenmişler. Şimdiki Cumhuriyet Meydanı'na bakan bir evde yaşıyorduk. Annemin babası yaptırmış o evi. Kafesli filan çok değişik bir evdi. Yıllar sonra müteahhite verilip şimdiki bina yapıldı yerine. 

Babam tütüncülük yapıyormuş. Sonra sinemayı açmış ama ne şekilde açtığını da bilmiyorum. Çok fazla beraber olamadım babamla. 9 yaşıma kadar... Ama Bergama'ya ilk sinemayı kuranın babam olduğunu biliyorum. Açıyormuş sinemayı, insanlar sinemayı öğrensin diye bedava, biletsiz oynatıyormuş. Köylere otobüs kaldırıyormuş ücretsiz, sinemaya alışsınlar, gelsinler görsünler diye. 

Bizim sinemamız İstiklal Meydanı'ndaki Cumhuriyet Sineması'ydı. Diğeri de yazlık Yıldız Sineması'ydı, orayı da babam işletiyordu. Cumhuriyet Sineması'nın arkasında, Paşaoğlu Han'ın bitimindeydi. Sinemanın içinde kenarlarda akşamsefaları vardı rengârenk. Ama biz daha çok kışlığa giderdik.

"O zamanlar çocuklara sinemaya gitmek yasaktı. Aileyle bile almıyorlardı çocukları. Büyükler gidebiliyordu."

Nermin Kalay. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Nermin Kalay-Bergama 2019

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 05:14
Lassie-Yuvaya Dönüş. 1943
TLR makine_PNG.png

Lassie-Yuvaya Dönüş

1943

Cumhuriyet Sineması’nın hem alt katı, hem de balkonu vardı. Sinemada açılır kapanır koltuklar değil sandalyeler vardı o zaman. Büfe de olmadığı için çerezlerini dışarıdan alıp gelirdi insanlar. 

O zamanlar çocuklara sinemaya gitmek yasaktı. Aileyle bile almıyorlardı çocukları. Büyükler gidebiliyordu sadece. Gitmemiz icap edince annem beni yanına alıyordu, önce makine dairesine giriyor, ondan sonra bir yer bulup oturuyorduk. Herhalde bana tolerans tanıyorlardı. Çocuk olarak bir ben oluyordum. Lassie diye bir köpeğin filmi vardı, hiç unutmuyorum. Çocuğum ya, o benim ilgimi çekti demek ki.

Sinemanın makinelerini Amerika'dan getirtiyormuş babam. Ben çocukken makineler Amerika'dan gelir bizim eve konulurdu. Ayrıyeten İngilizce yazılar olan renkli gözlükler olurdu. Renkli sinema yokken o kâğıttan yapılma renkli gözlüklerle bazı filmler seyredilirdi. Ben de o gözlükleri takar oynardım. 

Amerikan filmlerini İstanbul'dan getirirdi büyük kutular içinde. Filmlerle beraber kurdeleli paketler de getirirdi. Açarım içinden yeni elbiselerim, ayakkabılarım çıkardı. Hep İstanbul'dan getirirdi. Amerikan filmlerindeki gibi kutulardan çıkardı kıyafetlerim. Hele o zamanlar Bergama'da nerede öyle giyimler... İstanbul'a çok gider gelirdi babam bu sinema işi için. 

Amerikan filmlerine bayılırdı. Onları getirirdi. Bir yakınımız anlatıyor; bir gün sinemaya gitmiş, babam sinemada oturmuş sandalyeye, ellerini yanaklarına koymuş gelenlere bakıyormuş. ‘Şu insanlara bakıyorum da...’ demiş, ‘Amerikan filmi getiriyorum, bir tek kişi gelmiyor. Ümmü Gülsüm'ün filmini getirdiğim zaman sinema dolup taşıyor.’ diye dertlenmiş." 

BOLŞEVİK

CAVİD BEY'İN SOSYAL VE KÜLTÜREL DÜNYASI

MUSIC_PNG.png

Impulses-04 Impulse 3

Serkan L. Karaman

00:00 / 05:17

Nermin Kalay, babası Cavid Gizer'in sosyal ve kültürel hayatından bahsediyor:

"Babam çok güzel keman çalardı. Anneme, ‘Hatice, şu kız bir 15 yaşına girse de, alsam onu götürsem bir baloya, bir dans etsem kızımla. Görsünler Cavid Bey'in kızını.’ derdi. Bir gün onlardan sonra uyanıp oturdum kahvaltı sofrasına. Dişleri takmaydı, bardağın içine konurdu. Ben içeri girince sarılıp öptü beni. ‘Hatice artık ben dayamayacağım. Dişlerimi ver de kızımı yiyeyim ben kahvaltıda!’ dedi. Öyle bir korkmuşum ki karşı komşuya kadar kaçtım ‘babam beni yiyecek’ diyerek. Çok şakacı bir insandı, çok. Bambaşkaydı. Annem de çok güzel ud çalardı. Bizim evde birçok müzik aleti vardı. Kanun da vardı. Müzikle çok ilgilenirdi babam. Beni yanına oturtur keman çalıp bana dinletirdi. Kendinden geçerdi çalarken.

Çok açık fikirli, çok münevver bir kimseydi. Sinema açılışlarına, balolara annemle beraber gitmeyi çok isterdi. O zamanlar Bergama çok kapalı, kadınlar siyah örtülüydü. Anneme ‘Hatice bu böyle olmaz!’ derdi. Annem yine siyah ama küçük başörtüsü kullanırdı. Sonraları annem ‘Ben gitmedim balolara, üzdüm Cavid Bey'i.’ derdi. Bir sinema açılışı mı, yoksa bir balo gibi bir yere mi ne gideceklermiş, ‘Hatice hadi beraber gidelim. Başını türban gibi bağla öyle gidelim.’ demiş. Annem, ‘Ben istemedim.’ diye anlatıyordu bana. Babamın söylediği gibi gitmek istememiş. ‘Böyle gidersem giderim, öyle gitmem ben.’ demiş. Babam modern bir insandı, çok…

Annem bir gece bir ahbabına götürmüştü beni, orada uyuyakalmışım. Annem eve geleceği zaman beni kaldırdı. Ağlamaya başladım, ‘Beni babam sinemaya götürecekti, sen niye beni gezmeye getirdin?' diye. Sokaklarda bağıra bağıra ağlarken o sırada babam da sinemayı kapatmış eve geliyormuş. Bizi görünce ‘Ne oluyor benim kızıma?’ dedi. ‘Sinemaya gidecektim ama annem beni başka gezmeye götürdü.’ dedim. ‘Aaa! Hiç bunun için üzülüp ağlanır mı?' dedi babam. ‘Sinema zaten bizim, hadi gidelim açalım kapısını, seyret sen.’ deyip beni sırtına aldı. Biraz da büyüktüm herhalde, sırtına bindiğimde ayaklarım sarkıyordu. Çocuk ruhundan çok iyi anlayan kimselerdi. Sinemaya doğru gidiyoruz, dükkânlar kapalı tabii o saatte. Bir tek 'Yemişçi Veli' açık. Kepenklerinin birini kapatmış, öteki açık. Babam, ‘Sinemaya çerezsiz gidilir mi?’ dedi. Girdik dükkâna. Zayıf, çelimsiz bir çocuktum. Sakız çiğnememe izin vermezlerdi, bazen damla sakız alırlardı. Yemişçi Veli'den ne varsa aldık çerezleri. Çocuk değil mi? Çerezleri alınca sinemaya gitmekten vazgeçtim, gidip evde yiyelim diye... Döndük eve geldik.

Çok ince ruhluydu babam. Çok dikkat ederdi, pazardan alışveriş yapınca içi görünmesin diye küfelere koydurur öyle eve gönderirdi. Çantada, elde, filede görünecek şeyleri hiç istemezdi. ‘Bizim aldığımızı alamayanlar var.’ derdi.

Nermin Kalay. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Nermin Kalay -Bergama 2019

Fotoğraf: Yücel Tunca

Bolşevik Cavid Bey, İlim Evi de denilen Bergama Palas'ın önünde. 1940'lar
TLR makine_PNG.png

Cavid Bey, İlim Evi de denilen Bergama Palas'ın önünde. 1940'lar.

Fotoğraf: Nermin Kalay aile albümü

TLR makine_PNG.png

Bergama Palas'ın önünden bando takımının geçişi.

Fotoğraf: BERKSAV-Belleten/20

TLR makine_PNG.png

Bergama Palas'ın salonu.

Fotoğraf: BERKSAV-Belleten/20

Babamı şapkasız neredeyse hiç görmedim. Bir yere fötr şapkası olmadan imkânı yok gitmezdi. Hep takım elbise, kravatla hatırlıyorum. Yalnız bazen çok bunaldığı zaman –ki çok üzülürdüm, korkar ağlardım, neden acaba böyle, diye- bir şeye üzüldüğü zaman ‘Çok yoruldum Hatice, gidip İlim Evi'ne, başımı dinleyeceğim.’ derdi anneme. İlim Evi neresi acaba diye çok merak ederdim. Meğer Palas Oteli’ni söylermiş. O zamanlar kitaplar da vardı Palas'ta.”

1949 yılında Bergama’da yalnızca iki sinemanın olduğunu, Bergama Müzesi’nin ikinci müdürü olan ve ardından Bodrum Müzesi’ni kuran Haluk Elbe’nin Yenigün gazetesinde yayınlanan ‘Sinema mı, Kütüphane mi?’ başlıklı, belediye yönetimince gündeme getirildiği anlaşılan bir tartışmaya katkı sunduğu ilginç makalesinden öğreniyoruz:

“Bergamada, (Bergama) hakkında bir idrak buhranı var. Bergama denilince, medenî, âlemin nasıl asîl bir heyecan duyduğunu anlamak bizim için güçtür. Fakat her nedense, bizler, bu kültür şehrinin gafil sakinleri, Bergamayı Çemişkezek’le bir tutuyoruz. –Yarabbî! Böyle düşünüyoruz diye yarın maruz kalacağımız vatanperverane  demogoji hücumlarından bizi koru!

Evet, sinema güzel bir şeydir faydalıdır, halkı bütün dünya ile temasa getirir bu bakımdan ona, bir nevi okul gözü ilede bakabiliriz. Fakat bu derme çatma sinamalardan şehrimizde iki tane var. Bunlar halkı lüzumu kadar sıhhi ve terbiyevî işkenceye sokmuyorlar mı? Böyle üçüncü, alâminüt bir sinema, belediye için hiçbir zaman övünülür bir eser olamaz. Bunlar günlük, cüce işlerdir.

Haluk Elbe'nin makalesi. Yenigün gazetesi. 1949
TLR makine_PNG.png

Haluk Elbe'nin yazdığı makale. Yenigün gazetesi. 1949

SES_JPG.jpg

Bekir Sıtkı Avdan anlatıyor.

00:00 / 01:39

Sayın üyeler: Bu hususta karar vermekte acele etmeyin. İyi düşünün. Gelecek nesillerin ve fikrin yurdu olan Bergama şehrinin şükranlarına lâyık olmak için elinize geçen bu tarihi fırsattan istifade ediniz. Bergamaya en şerefli hizmet, bu asil şehri kütüphanesine kavuşturmaktır bunun büyük şerefi gibi ağır vebali de karar vereceklerin üstündedir.”

Bergama’nın kültür hayatına yaptığı çok büyük katkılarıyla tanınan Osman Bayatlı’nın da yakın arkadaşı olan Haluk Elbe’nin ‘derme çatma’ dediği sinema işletmecilerinden biri olan Cavid Bey (Diğer işletmeci de Cumhuriyet Meydanı'nın arkasındaki alanda yazlık ve kışlık Yeni Sinema'yı kuran Recep Yakar'dı-YT) tam da o günlerde ciddi sağlık sorunları yaşamaktadır. Bekir Sıtkı Avdan, Cavid Bey’in bu dönemini iyi hatırladığını söylüyor:

“O zamanlar verem meşhur bir hastalıktı. İnce hastalık denirdi. Bugünün kanseri yani...”

 

Fahri Petek de İstanbul’dan duyuyor ilk öğretmeninin hasta olduğunu:

“Yıllar sonra Cavit Bey’in hasta olduğunu ve parasızlıktan ilaçlarını alamadığını duydum. O günlerde Eczacılık Fakültesi’nde İstanbul’da öğrenciydim. Bergama’daki eczanedeki kalfalarıma hemen haber ilettim: 'Cavit Bey’in bütün ilaçları bundan böyle bizden.' dedim. 'Tek kuruş almayacaksınız.' Ve öyle de yapıldı. Ölümüne kadar böyle sürdürdük. Çocukluğumuzda bize yaptığı onca iyiliği, onca kültür öğretmenliğini nasıl unuturdum? Bana ve arkadaşlarıma yaptığı babalığa, kültürel iyiliğe hürmet olarak saygıda ve yardımda kusur yapmamaya çalıştım.”

Bergama’yı sinema ile tanıştıran, 25 yıl boyunca dünyanın filmini bu kadim kasabaya taşıyan Cavid Bey 1950 yılında vereme yenik düşecekti. Bekir Sıtkı Avdan, Cavid Bey’in cenazesinin evin üst katından indirilişini gördüğünü söylüyor.

Babasını kaybettiğinde 9 yaşında olan Nermin Kalay, büyük bir sevgi ve hasret ile andığı Bolşevik Cavid Bey’in ölümünden sonraki günleri şöyle anlatıyor:

“Babam vefatına yakın, iyice rahatsızlanmıştı. Ortağı da yoktu zaten. Sinemayı Kör Hafız (Mustafa Yengin-YT)'a devretti. O zamana kadar işletmeye devam etmişti. Öldüğünde makinistlerimizden Pertev Ağabey babamın başındaydı. Babam sinemasının makinistleri Pertev Ağabey ile Hamza Ağabey’i çok severdi.

Babamın vefatından sonraki senelerde de annemle sinemaya gitmeye devam ettik. Cumhuriyet Sineması’nı artık Kör Hafız’ın çocukları Feyyaz ve Güngör işletiyordu. Bizden bilet almazlardı. Özel bir yer gösterirlerdi. Cumhuriyet Sineması’na da, yazlık Yıldız Sineması'na da giderdik. Bizde çalışanlar vardı, yemeğimizi, temizliğimizi yapanlar... Onlar bilet almadan sinemaya girmek için benimle gitmek isterlerdi. Gönlümü yapmaya çalışırlardı ‘Bak seni kucağımızda taşıyacağız, sırtımızda taşıyacağız.’ diyerek beni de alır götürürlerdi. Hatta bazen ben gitmek istemezdim, gördüğüm filmi tekrar görmek istemediğim için. Küçüktüm de zaten. Onlar seyrederken ben uyurdum sinemada.”

“Babam vefatına yakın, iyice rahatsızlanmıştı. Ortağı da yoktu zaten. Sinemayı Kör Hafız'a devretti. O zamana kadar işletmeye devam etmişti. Öldüğünde makinistlerimizden Pertev Ağabey babamın başındaydı."

Kör Hafız Ve Çocukları

CAVİD BEY'DEN SONRA CUMHURİYET SİNEMASI

Bolşevik Cavid Bey’in 62 yaşındaki erken ölümü Bergama’nın kültür hayatı için hiç şüphesiz önemli bir kayıptı. Sinemaya aşkla bağlı, onun dönüştürücü etkisine sonuna kadar inanan, yeniliklerden heyecan duyup cesur adımlar atabilen, başka türlü bir hayatın mümkün olduğunu bilen Cavid Bey bu dünyadaki yolculuğunu tamamladığında arkasında, geliştirilmeye açık, umut dolu bir kültür mirası bırakmıştı. Onun attığı tohumlar 1950’lerden itibaren yeni yeni sinema salonlarında filizlenecek; neredeyse bir 30 yıl daha toplumu bir araya getiren, kaynaştıran, biçimlendiren, ufukları genişleten, düşünsel ve duygusal paylaşımları mümkün kılan dinamik bir atmosferin devam etmesini sağlayacaktı.

TLR makine_PNG.png

Bergama'da 1950 Genel

Seçimi hatırası.

Fotoğraf: Nejat Çetinok

Bergama'da 1950 Genel Seçimi hatırası. Fotoğraf: Nejat Çetinok

Türkiye Cumhuriyeti’nin tek partili dönemi kapanıp, feodaliteyle göbekten bağlı çok partili burjuva demokrasisine geçtiği yıllarda buna neredeyse eş zamanlı olarak Bergama sinemaları da çeşitlenmeye başlamıştı. Cavid Bey’in son yıllarında Cumhuriyet ve Yıldız sinemalarına rakip olarak Yeni Sinema açılmıştı. Sinemanın altın çağının başladığı o yıllarda çok geçmeden kasabanın farklı noktalarında başka sinemalar da faaliyete geçecekti. 1940’ların sonlarına doğru İstiklal Meydanı’ndaki iki sinemaya rakip olan Cumhuriyet Meydanı'ndaki Yeni Sinema’nın hikâyesine geçmeden önce Cumhuriyet Sineması’nın Cavid Bey sonrası dönemine yakından bakalım.

Ali Efendi olarak bilinen Ali Bozkırlıoğlu ve kardeşi ‘Hancı’ Sait Bozkırlıoğlu’nun mülk sahibi olduğu Yıldız ve Cumhuriyet sinemalarını, Cavid Bey’den sonra Kör Hafız lakaplı Mustafa Yengin kiralamıştı. O dönemde Cumhuriyet Sineması üzerindeki ipoteğin çözülememesi üzerine çok önceleri tütün deposu olarak kullanılan ve ahşap olan sinema binasının mülkü Kör Hafız’a kaldı. Cavid Bey’in işlettiği dönemde içerideki çok sayıda kolondan kaynaklı akustik sorununu, Kör Hafız ve oğulları yapının restorasyonunu yaparken İstanbul’dan, İzmir’den getirttikleri ustalarla yüzlerce hararı (Büyük çuval-YT) birleştirip tavan ve kolonlara sararak çözecek, önceki döneme göre ses kalitesi çok daha yüksek bir sinema ortaya çıkartacaklardı.

TLR makine_PNG.png

Mustafa Yengin (Kör Hafız)

Kaynak: Ercüment Yengin aile arşivi

Ali İhsan Süter’in tanımlamasıyla ‘kara gülmez, despot, Rumeli’nin tipik adamlarından’ olan Kör Hafız esasen tütün eksperliği yaptığı için sinemada pek durmuyor, işletmeyle onun yerine, küçüklüğünden beri yanında tutup yetiştirdiği oğlu Feyyaz Yengin ilgileniyordu. Diğer oğlu Güngör Yengin de işin içindeydi. 1959 yılında Mualla Hanım ile düğünleri de bu sinemada yapılan Feyyaz Bey, 1961 yılında İzmir Belediyesi’nden ‘Sinema Makinaları Kullananlara Mahsus Müsaadename’sini almış, resmen makinist olmuştu. Kör Hafız 1967’de hayatını kaybettikten sonra Feyyaz Yengin, kardeşinin de desteğiyle uzun yıllar sinemayı çalıştırmaya, sinema işiyle ilgilenmeye devam edecekti.

TLR makine_PNG.png

Feyyaz Yengin'in sinema makinistlik belgesi, vesikalık fotoğrafı ve kartviziti.

Kaynak: Ercüment Yengin aile arşivi

SES_JPG.jpg

Nazmiye Ovacık anlatıyor.

00:00 / 04:41

Neredeyse sadece yabancı ve sanatsal değeri yüksek filmlerin oynatıldığı Cumhuriyet Sineması’nın locaları, açılır kapanır tahta koltukları ve kadınlara ayırılmış bir balkonu vardı. Genelde 14.30 seansı da sadece kadınlar içindi. 1950’li yılların ikinci yarısında giriş biletinin 20-25 kuruş olduğu günlerde Ben Hur filmini Cumhuriyet Sineması’nda izlediğini hatırlayan Nazmiye Ovacık o günü şöyle anlatıyor:

“Ben Hur filmini hatırlarım ilk seyrettiklerim arasında. Tarihi bir filmdi, tarihi bir ortamda çekilmiş... O zaman hayretler içinde seyretmiştik. İlkokula başlamamıştım bile. Çok korktuğumu hatırlıyorum. O savaş sahneleri, daha önce hiç öyle bir şey görmediğim için çok korkunç gelmişti. Ondan sonra uzun bir süre gitmedim sinemaya korkudan. Perde çok büyük, bir de çok önlerde oturmuşuz. Üzerime üzerime geliyorlardı bağıra çağıra...

Bizim Arnavut mahallesinde mutaassıplık çoktu. Erkeklerden izinsiz bir yere gideceksin… İmkânsız! Dedem sinemaya giden kadınlar için ‘Ooo gâvurlar!’ der, kızardı. Dedem yaşarken annemler sinemaya gittilerse bile kaçak gitmişlerdir. Babamlar bir şey demiyordu ama dedem otoriter bir adamdı çok. O öldükten sonra gidip gelmemiz rahatlamıştı.”

Ben Hur. 1956
TLR makine_PNG.png

Ben Hur

1956

ESKİ VİDEO_PNG.png

Cumhuriyet Sineması'nın kapanmasından sonra farklı işlevlerle kullanılan binasının 2000 yılındaki görünümü.

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

Cumhuriyet Sineması'nın 1966 yılına ait seans/seyirci/hasılat çetelesi
TLR makine_PNG.png

Cumhuriyet Sineması'nın seans/seyirci/hasılat çetelesi

1966. Kaynak: Ercüment Yengin aile arşivi

Emel Girit de çocukluğunda Cumhuriyet Sineması’nda bir Kim Novak filmi izlediğini hatırlıyor:

“Arkadaşımın annesi yabancı filmleri severdi ve Cumhuriyet'e giderdi. Biz de onunla gitmek istedik bir defasında. Filmde Kim Novak vardı. Çok hoşuma gitti fakat konusunu anlayamadım. Biraz karmaşık geldi. ‘Niye anlamadım?' diye de üzülüyordum. Arkadaşımın annesine, ‘Bana anlatır mısın bu filmi, ben anlayamadım.’ dedim. ‘Senin anlamaman normal, biraz kompleks bir film. Şimdilik sen anlama.’ dedi bana.

 

Bütün filmler dublajlıydı. Alt yazı yoktu o dönemde. Alt yazılı filmlerle üniversiteye başladığımda, Ankara'da tanıştım. O zamana kadar hiç görmemiştim. Ondan sonra da sürekli alt yazılı yabancı filmlere gittik tabii.”

Cumhuriyet Sineması, ilerleyen yıllarda Bergama’nın başka başka sinemalarını işletecek, makinistliğini yapacak olanların yetiştiği bir okuldu adeta. Bolşevik Cavid’in çalıştırdığı dönemde sinemacılık hayatına ilk adımını henüz küçük bir çocukken burada atan ve ilerleyen yıllarda Bergama’nın ikinci efsane sinemacısı haline gelecek olan Sinemacı Cavit (Cavit Sarsılmaz) bir film makinesine ilk kez burada dokunmuştu. Cavit Sarsılmaz sadece sinemada çalışıp işi öğrenmekle kalmıyor, yürüyemeyen kardeşini sırtına alıp film seyretmesi için sık sık sinemaya taşıyordu. Yine uzun yıllar çeşitli sinemalarda makinistlik yapacak olan Halit Zorel de Cumhuriyet Sineması’nda gazoz satarak, yerleri süpürerek başlamıştı sinemacılığa. Bu alanda büyük emekleri olan Beytullah Usta (Beytullah Özyıldız) da Cumhuriyet Sineması’nın tedrisatından geçenlerdendi. Büfeci Mehmet’in işi bırakmasından sonra Feyyaz ve Güngör kardeşlerin kendisini sinemanın sorumlusu yaptıklarını anlatırken ‘Orada müdür gibiydim. Deli gibi para alıyordum.’ diyor Beytullah Usta. Mahir Aga ve biletçi Hamza da sinemanın emektarları olarak akıllarda kalan isimler oldu. Bergama sinemacılığının önemli bir diğer ismi Yılmaz Asık’da Cumhuriyet Sineması’nda yetişenlerdendi:

“Ben makinistliği Kör Hafız'ın Cumhuriyet Sineması'nda öğrendim. Oranın makine dairesinde Kalaycının oğlu Mehmet vardı. Ben çocuktum tabii. O Mehmet Abi beni makine dairesine sokardı arada bir. Öğretiyor, gösteriyor gibi yapardı. İlk başladığım zamanlarda gazoz satar, yer gösterirdim seyircilere.”

Bir yandan kimi çocukların vakitsizce de olsa sinemalarda iş hayatına başladığı bir yandan da okula devam edebilen çocukların sınıflar halinde topluca sinemaya götürüldüğü o yıllarda Hannibal’i izleyip unutamayanların sayısı azımsanmayacak kadar çok Bergama’da. Çerezci Yüksel Simit’in hatırlattığı Kaptan Cousteau filmleri de hiç kuşkusuz o unutulmazlar arasında yer alıyor:

“Sinemalarda Kaptan Cousteau oynardı, belgesel. Sinema dolup taşardı. Bilhassa Cumhuriyet Sineması. Ayda bir kere filan oynatılırdı. Beş altı kere seyrettiğimi hatırlıyorum. Defineciydi ya bir nevi, altın filan çıkartırdı suyun altından, onun filmlerini ilk orada izledim. Millet normal bilet alıp girer, izlerdi.”

Hannibal-Jüpiter'in Sevgilisi. 1955
TLR makine_PNG.png

Hannibal-Jüpiterin Sevgilisi

1955

SES_JPG.jpg

Ali İhsan Süter anlatıyor.

00:00 / 00:44

Televizyonsuz, internetsiz zamanlarda çocuklar için sinemaya gitmek kuşkusuz bugünlerle kıyaslanmayacak kadar büyük önem taşıyordu. Ali İhsan Süter çocukluğunda sinemaya gitmek için nasıl para kazanmaya çalıştığını anlatıyor:

“Sinema 20 kuruştu galiba... Osman Bayatlı müze müdürüydü. Bizim çocukluk dönemimizde Üç Kemer Köprüsü’nün olduğu yerde hurdacılara satmak için demir arardık. Bazen sikkeler bulurduk. Hemen götürürdük müzeye. Bir işe yaramasa bile Osman Amca -çok güzel bir insandı, nur içinde yatsın- ‘Ne yapacaksın parayı alınca?' diye sorardı. ‘Sinemaya gideceğim Osman Amca.’ derdim. Kaç para sinema? 20 kuruş... 25 kuruş verir, ‘5 kuruşla da gazoz içersin.’ derdi. Osman Bayatlı çok müstesna, Bergama için çok önemli bir insandı.”

Osman Bayatlı, Bergamalı çocuklarla...
TLR makine_PNG.png

Osman Bayatlı, Bergamalı çocuklarla

YOKSULLUK, BASKI VE FİLMLERDEKİ BAŞKA HAYATLAR

TLR makine_PNG.png

Nazım Hikmet Ran, 1955

Fotoğraf: Aziz Nesin arşivi

Türkiye II. Dünya Savaşı’na fiilen katılmamıştı ancak savaşın tüm dünyada neden olduğu ekonomik yıkım bu topraklarda yaşayanları da ağır biçimde etkilemişti. Yoksullaşan toplum, çok partili düzene geçilir geçilmez bunun faturasını CHP’ye kesmiş, Demokrat Parti’yi iktidara taşımıştı. Türkiye’deki sol harekete karşı yürütülen baskıcı devlet politikası yeni iktidar döneminde de devam ediyordu. Bergamalı sol muhalifler 1951 yılında yurt dışına kaçan Nazım Hikmet’in, Leipsig'den yayın yapan Bizim Radyo’daki konuşmalarını takip ederek umutlarını taze tutmaya çalışıyorlardı. Henüz çocuk yaşta olan Mehmet Tevfik Olur da Nazım’ın takipçilerinden biriydi:

“Nazım Hikmet’i dinlerdik radyodan. Bizim Radyo’ydu adı. Adnan Menderes’e, Celal Bayar’a verir veriştirirdi. Korkardık dinlerken yakalanacağız diye, ‘Casustur, komünisttir, aman ha!' derlerdi çünkü. Yarım saat siyaset yapardı. Sonra yanında bir tane de plak götürmüş herhalde, ‘Karadır Kaşları' diye, onu çalardı en sonunda. Her programında onu çalardı, başka yoktu herhalde. Nazım Hikmet’in sesi hala kulağımdadır.”

Nazım’ın, yoksulluğun esas sebebinin savaşlara da sebep olan sınıfsal sorunlar olduğuna işaret ederek yaptığı konuşmalar Bergama’da da, Türkiye’de de sınırlı sayıda insana ulaşıyor, problemi sistem üzerinden düşünmek yerine kaderci anlayışa teslim olmuş tevekkül içinde hayatlarına devam edenler eldeki avuçtaki ne ise ona göre bir hayat sürdürüyorlardı. Yoksulluğa rağmen var olma çabasındakiler için sinema lükstü. Bilet fiyatları oldukça ucuz da olsa buna bütçe ayırmak her aile için mümkün değildi.

DSLR makine_PNG.png

Ali Taşkıran - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

DSLR makine_PNG.png

Bilgin Yasa - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 04:48

Kale Mahallesi’nin eteklerindeki Talatpaşa Mahallesi’nde doğup büyüyen, Selanik, Yenice-Vardarlı Ali Taşkıran, at sırtında dolaşıp köylere posta dağıtan babasının ancak kendilerine bakabilecek kadar para kazandığını, o yıllarda sinemaya ayıracak paralarının olmadığını söylüyor:

“Cumhuriyet Sineması'nın biletçisi Mahir Amca komşumuzdu. Sinema parası bulamadığım zamanlar gider kapıda beklerdim. Film tam başlamadan önce son dakikada ‘Hadi bakalım gir!’ derdi bana. Zor ama eğlenceli günlerdi onlar. Neriman Köksal'ın filmlerinden etkilendiğimi hatırlıyorum tam o yetişme çağımda. Onun gençlik halleri hoşuma gidiyordu. Kovboy filmlerindeki manzaralar, renkler bizi cezbediyordu. Bazı sahnelerini filan hep hatırlarım. Kadınlar matinesinden, filmlerin sonu genelde ölümle, acılı bittiği için gözleri kıpkırmızı, yaş içinde çıkarlardı kadınlar. Bazen filmler çok seyredildiği için değiştirilmez, uzun zaman oynatılırdı.”

Bilgin Yasa da şanslı çocuklardandı. Cumhuriyet Sineması’nın işletmecileriyle kardeş torunları olduklarından akraba kontenjanından sinemaya bedava giriyordu:

“Şimdi benim avantajım şuydu, akrabayız diye ben sinemaya bedava giriyordum. Büyük imtiyazımız vardı. Her gün sinemadaydım. Cumhuriyet Sineması daha çok sanat ağırlıklı güzel filmler getirirdi. Mesela ben çocuktum pek anlamadım ama Rüzgâr Gibi Geçti’yi, Clark Gable'ı orada izledim.

Red Skelton'ın filmlerini çok severdik. Lorel Hardi'ye giderdik. İlkokuldayken Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler kitabını okumuştum. ‘Keşke bunun filmi olsa.’ diye düşünmüştüm. Sonraları Cumhuriyet Sineması'na onun renkli animasyon filmi gelmişti. Hayran olmuştum, ağzım açık kalmıştı. Bir hayalim gerçekleşmişti! Çok mutlu olmuştum. 1955 yılı öncesi bu dediğim... Cücelerin eve dönerken söyledikleri ‘My home! My home!’ diye bir şarkıları vardı. Ben İngilizce bilmiyorum o zamanlar, anlamıyorum ne dediklerini... ‘Mayho, mayho’ diye anlıyordum şarkıyı, öyle söyleye söyleye yürüyordum yollarda.

Rüzgar Gibi Geçti. 1939
TLR makine_PNG.png

Rüzgâr Gibi Geçti

1939

Lorel&Hardy-Ütopya. 1950
TLR makine_PNG.png

Lorel ve Hardi-Ütopya

1950

Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler. 1937
TLR makine_PNG.png

Pamuk Prenses Ve Yedi Cüceler, 1937

HaticeSimit_web_new.jpg
palet_firca.jpg

Hatice Simit (kucağında sarma tepsisi olan) arkadaşlarıyla acıklı bir film izliyor.

İllüstrasyon: Nermin Yağmur Erman, 2021

“Komşumuz

Fatma Abla filmde ağlamaktan bayıldı. O kadar çok üzülmüş. Doktor getirdiler sinemaya."

Sinemadan dönen kadınlara, ‘Nasıldı film?', diye sorulduğunda ‘İki mendillik’, ‘Üç mendillik’ diye cevap verirlerdi. Ne kadar çok ağladılarsa, mendil sayısı ne kadar arttıysa o kadar iyi film yani. Gündüzleri kadınlara, akşamları erkeklere gösterim oluyordu sinemalarda. Bizim gibi delikanlılar da sinemanın dağılma saatlerinde kızlara bakmak için kenarlarda beklerdi. Bu sırada sinemadan gözleri kıpkırmızı çıkan kadınları da görürdük. Şahidiyiz yani bunların.”

Nazmiye Ovacık da acıklı filmlerin sarsıcı etkileri olduğunu söylüyor:

“Küçük olduğum için hep akrabalardan biriyle ya da mahalledeki büyük çocuklarla beraber giderdik sinemaya. Annemlerle de gitmişliğim vardı tabii. Bir filmi vardı, adını şu anda hatırlayamıyorum. Filmdeki kız o kadar çok yoksulluk yaşadı ki… Hatta gözümün önüne geldi şimdi, bir arabanın arkasında elinde sepetiyle... Çiçekçi Kız mıydı acaba? Öyle bir film işte... Komşumuz Fatma Abla filmde ağlamaktan bayıldı. O kadar çok üzülmüş! Doktor getirdiler sinemaya. Şurada Ziya Bey vardı, onu çağırdılar. Kendini o kadar kaptırmış ki! Kadınlar filmden bir çıkarlar, yüzleri gözleri kıpkırmızı ağlamaktan. Öyle dram filmleri sevilirdi. Biz de ağlıyorduk tabii... Herkes hazırlıklı gidiyordu, mendilleriyle falan... Yollarda hıçkıra hıçkıra yürüyenler olurdu.”

Neredeyse üç buçuk saatlik Doktor Jivago’yu, evde dayak yemeyi göze alarak izlemeye kalkışanların hafızalarında da hem film hem de o dayak taptaze duruyor. Ahmet Hepvar 10 yaşındayken ablası ile birlikte gidiyor Doktor Jivago’yu izlemeye:

“Altmışlarınların sonları, yetmişlerin başları... 10 yaşında falanım, ilkokulda... Kış vakti... Cumhuriyet Sineması'nda Doktor Jivago oynuyor. Dünya sinema tarihinin klasiklerinden. Biz iyi kötü memur çocuğuyuz. Babam belediyede çalışırdı. Belediyeler bir memur bulundururdu sinemalarda, biletsiz giriş olmasın, hep koçandan kesilsin diye. Kesilen biletten belediye de pay alırdı çünkü. Babam onun kontrolörüydü. Çoğu zaman babam nerede kontrolörlük yapacaksa ben de orada sinemaya giderdim. Ama bu sefer babam yok. Ablam vardı yanımda. O da azıcık o günün şartlarında okumuş etmiş, entelektüel birisiydi. Doktor Jivago başladı ama bitmek bilmiyor. Kovboy filmlerini çok severdim. Biz kovboy filmlerine alışığız, hemen iki saatte bitecek diye bekliyoruz. Ama bu bitmek bilmiyor. Babamın en kızdığı şey de ezandan sonra eve girmek. Dayak hazır! Hiç sorgu sual yok! Sopa kapının arkasında. Allah dedim, dayağı yiyeceğiz şimdi. Ablam da yanımda, sokakta kalmışız. Ezan olmuş, film bitmemiş. Bir çıktık, hava kararmış, dışarısı kapkaranlık.”

Doktor Jivago. 1965
TLR makine_PNG.png

Doktor Jivago

1965

İstiklal Meydanı ve sağda Cumhuriyet Sineması
TLR makine_PNG.png

İstiklal Meydanı'nda Cumhuriyet Sineması. Fotoğrafın sağ tarafındaki mavi yapı. 1970'lerin ilk yarısı. Fotoğraf: Harrison Forman / Wisconsin Üniversitesi-Milwaukee Kütüphanesi (Orijinal fotoğraftan detay)

Sinemalar o yıllarda insanların hayatında öylesine önemli bir yer tutar ki her gidilen film, her yaşanan olay ömür boyu akıllarda kalır. Ali İhsan Süter, neyse ki büyük bir trajediye dönüşmemiş bir olayı hatırlıyor:

“Bir gün yine sikkeleri Osman Amca (Bayatlı)’ya satıp ondan aldığım parayla sinemaya gittim. Cumhuriyet Sineması ahşaptı ve yol seviyesinin altındaydı, iki merdivenle iniliyordu. O zaman da sigara yasaktı galiba ama kim dinliyordu? Tabii biz ufaktık içemiyorduk. Bir gün ‘Yangın var!' diye bir yaygara çıktı sinemada. Kapılar içeri doğru açılıyordu. Millet bir yüklendi kapılara! Benim az kalsın ayaklarım kırılacaktı. Millet yüklenince kapı içeri doğru açılamadı. O yüzden ben daha sonra bütün fabrikalarımın kapılarını dışarı açılır biçimde yaptım.”

DARBELER ÇAĞI BAŞLARKEN BERGAMA

1954’ten sonra Demokrat Parti yönetimi, seçim kanununu, muhalefetin siyaset yapmasını engelleyecek şekilde değiştirerek yeni bir dönemi başlattı. Tüm ABD yardımlarına rağmen ekonomi kötüleşiyordu. Çıkarılan yasalarla memurların, hâkimlerin ve akademisyenlerin iş güvenliği ortadan kaldırıldı. Muhalif gazeteciler baskı altına alındı. 6-7 Eylül 1955 tarihinde İstanbul ve İzmir’de yaşayan Rumlar’a karşı saldırılar oldu ve hükümet iki şehirde sıkıyönetim ilan etti. 1960 yılında DP tarafından CHP hakkında soruşturma yürütmek için bir Tahkikat Komisyonu kuruldu. CHP başkanı İnönü ve CHP milletvekillerinin TBMM’ye girmeleri engellendi. Üniversite öğrencilerinin 1960 Nisan’ında yaptıkları Ankara yürüyüşü de polis tarafından engellenince gösteriler İstanbul’a da sıçradı. Her türlü toplantının yasaklandığı Ankara ve İstanbul’da üniversiteler bir ay süreyle kapatıldı. 1960 Mayıs’ının başlarında bazı gazetelerin de kapatılmasını takiben Türkiye'nin siyasi ve toplumsal hayatını derinden etkileyen, yaralayan 27 Mayıs Askeri Darbesi gerçekleşti ve Demokrat Parti Hükümeti düşürüldü. Başbakan Adnan Menderes ile hükümetin iki bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan idam edildi.

MUSIC_PNG.png

Impulses-05 Impulse 4

Serkan L. Karaman

00:00 / 02:36
1950'lerde Bergamalılar.
TLR makine_PNG.png

Bergamalılar. 1950'ler.

Fotoğraf: Nadire Pilpil Bilici

arşivi

1950’lerin zorlu siyasi ortamında Bergama’da hayat büyük gerginlikler yaşanmadan devam ediyordu. Sinema salonlarında film gösterimlerinin dışında başka etkinlikler de düzenleniyor, dansözler geliyor, tiyatro oyunları sahneleniyor, konserler veriliyordu. Akşit Tedik 1954 yılında, gündüzleri sanayide torna tezgâhında çalışıp akşamları müzik yapan 18 yaşında bir delikanlı iken izlediği Perihan Altındağ Sözeri konserini unutamıyor:

“17 Ekim 1954 Pazar günü, gündüz tornada çalışmıştım akşamına da Perihan Altındağ Sözeri gelmişti Cumhuriyet Sineması'na... O zamanki sanatçılar tek gelir ama programı baştan sona götürürdü. İki tane okuyup inmek yoktu. Bizi de uvertür olarak çıkardılar sahneye. Kızılay'ın musiki kolundaydık. Mehmet Kıratlı, Mesut Kıratlı, ben... Biz dört türkü okuyup indik. Halk müziği çalışıyorduk Bergama'da. Sanat Müziği çalışması yoktu, o imkân yoktu o zaman. Perihan Abla’nın elini öptük. Bizi beğendiğini, devam etmemizi söyledi. O günden sonra gündüz torna, akşam sahnedeydik.”

ESKİ VİDEO_PNG.png

Mehmet Kutlu anlatıyor. (2000)

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

DSLR makine_PNG.png

Mehmet Kutlu - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

Cumhuriyet Sineması ile birlikte hemen arka tarafındaki yazlık Yıldız Sineması’nı da işleten Yengin ailesi, 1960’ların başında Yıldız Sineması’nı bıraktı, Yahudi Mahallesi olarak bilinen Turabey Mahallesi’ndeki Pamukçu Okulu’nun karşısında, günümüzde kooperatif evlerinin bulunduğu Pamukçu İsmail’e ait boş alanda Yazlık Cumhuriyet Sineması’nı açtı. Bergama’nın bütün yazlık sinemalarını süsleyen rengârenk akşamsefaları 1960’ların ortalarında açılan bu yeni sinemayı da şenlendiriyordu. Ben Hur, Doktor Jivago orada da gösterildi yaz akşamlarında. Ancak yazlık Cumhuriyet Sineması uzun ömürlü olamayacaktı. Kapanış tarihi net olarak hatırlanmıyor fakat ‘1970’leri ya bulmuş ya bulamamıştır.’ deniliyor. Günümüzden çok da uzak olmayan yıllara kadar yazlık sinema Pamukçu Okulu’nun yanı başında atıl durumda kala kaldı. Güngör Yengin’in sınıf arkadaşı Mehmet Kutlu sinema arazisinin yakın zamanlarda satılıp elden çıkarıldığını, o alana apartmanlar inşa edildiğini, sinemadan geriye tek bir iz bile kalmadığını söylüyor.

Bu noktaya gelene kadar Bergama’da başka sinemaların da peş peşe açıldığından daha önce bahsetmiş fakat ayrıntıya girmemiştim. Cumhuriyet Sineması’nın hikâyesini tamamına erdirip yeniden geriye döneceğiz.

1960’ların sonu, 70’lerin başına gelindiğinde hem dünya hem de Türkiye artık yeni bir döneme girmişti. Özgürlük peşindeki çocukların 68 hareketi dört bir yanda etkisini hissettirmiş, devrimci, özgürlükçü mücadelenin önünü kesmek için şiddet ve baskı yöntemlerini öne çıkaran devlet politikaları her yerde görünür hale gelmişti. Geleceğe umutla bakanlarla, geleceği karartmaya kararlı olanların amansız mücadelesi hızla yayılıyordu.

Pamukçu İsmail'e ait boş alanda yazlık Cumhuriyet Sineması'nı açtı. Bergama'nın bütün yazlık sinemalarını süsleyen rengarenk akşamsefaları 1960'ların ortalarında açılan

bu yeni sinemayı da şenlendiriyordu. 

Bergama’nın göreceli olarak da olsa iç barışını korumaya çalıştığı 70’lerin başlarında Sefa Taşkın bir gün babasıyla birlikte sinemaya gitmişti:

“Babamla ve ablamla sinemaya giderdik bazen. ODTÜ öğrencisiydim. Bergama'ya geldiğimde babam ‘Hadi sinemaya gidelim.’ deyince Cumhuriyet Sineması'nda oynayan bir kovboy filmine gittik. 67 olaylarını yaşamış bir ODTÜ'lüydüm; başka bir motivasyonla ve heyecanla geliyordum Bergama'ya.

SES_JPG.jpg

Sefa Taşkın anlatıyor.

00:00 / 02:07

Her şey halkımız içindi! Sinemanın balkonunda oturduk. Filmin bir sahnesinde atlılar gidiyor dört nala... Aşağıda da bağırıyor millet: ‘Heyyy! Hoydaa!’ filan... Babam bana döndü: ‘Halk bu! Senin halkın bu işte!’ dedi. Biz onu değiştirmeye kalktık ama çok yavaş değişiyor tabii.”

SES_JPG.jpg

Nurşen Unan anlatıyor.

00:00 / 01:57

1965 yılında Bergama’da dünyaya gelen emekli bankacı Nurşen Unan, 50 yıl öncesinin Bergama’sını, o dönemin merkezi olan İstiklal Meydanı’ndaki gündelik hayatı ve Cumhuriyet Sineması'nın belleğindeki izlerini anlatıyor:

“Babam Süleyman Bey’in bakkal dükkânı ve hemen üstündeki evimiz, İstiklal Meydanı’ndaki Cumhuriyet Sineması’nın tam karşısındaydı. Evimizin penceresinden baktığımda sinemanın o güzel, renkli afişlerini görürdüm. Çocukluğumda aşk filmi olduklarını çok fazla hissetmiyordum belki ama hep böyle aşk filmlerini hatırlatan afişler gördüğümü anımsıyorum. Sinemaya gittiğimde en çok hoşlandığım, babamın bana verdiği 5 lira ile fıstıkçılardan çiğdemi, nohutu alıp, gazozumu içmekti. En büyük keyfimdi.

Kadınların sinemaya olan ilgileri daha o zaman bile dikkatimi çekiyordu. Yoğun bir şekilde kadın izleyici olduğunu anımsıyorum. Bazen kadınlar sinemada sarma sararmış o zamanlarda. Filme kendilerini öyle kaptırırlarmış ki film bittiğinde, yan koltukta uyuyakalan çocuklarını unutup eve tek başına dönenler olurmuş.

Evimiz, babamın bakkalı, Cumhuriyet Sineması, hepsi tam çarşı merkezindeydi. Pazartesi günü bütün köylüler alışverişe buraya gelirdi. Babamın bakkalında ne ararsan bulunurdu. Urgandan, çocuk bisikletine, zeytinyağından, varil içindeki gaz yağına, heybeden eyere kadar her şey! Babamın daha önceki dükkânı eski postane yokuşundaymış. Kiracıymış orada. Daha sonra burayı satın alıp, eski evi yıkmış, geniş bir bodrum katı da olan üç katlı bu binayı yapmış. O bodrum dahil her yerin tavana kadar malla dolu olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Köyden gelen teyzeler, ablalar bizim bakkaldan alış veriş yaptıktan sonra hepsine illa öğle yemeği yedirirmiş babam bizim evde. Anneme yazık! Neler çekmiş… Köyden gelenler doyurulunca koca bir tepsi dolusu yemek de bakkaldaki çıraklara indirilirmiş. Öyle çile çekmiş annem.

Okuldan, sınıf arkadaşım Nejat Simit de yazları babamın yanında çıraklık yapardı. Haftalık olarak bir kalıp Hacı Şakir sabun karşılığında. Küllü su ile çamaşır yıkanan zamanlardan bahsediyoruz. O yokluk zamanlarında bir kalıp sabun çok kıymetliydi.

Sinemalara dönecek olursak… Cumhuriyet Sineması dışında yaz aylarında, annemle, babamla beraber Şen Sineması'na gittiğimizi de hatırlıyorum. Babam biraz kıskançtı, annemi yalnız göndermezdi sinemaya. Babam, üç abimi, beni ve annemi alır, her hafta sinemaya götürürdü. Sinema dönüşünde babamın omuzlarında uyuyarak eve geldiğimizi hatırlıyorum. Cümbür cemaat gidilirdi o dönem sinemaya. Cumhuriyet Sineması çok yakınımızda olduğu için çocuk halimle yalnız da giderdim. Bana izin verirlerdi.”

Feyyaz Yengin 70’lerin başlarında Cumhuriyet Sineması’nın işletmesini, faiz karşılığı aldığı bir miktar parayı geri ödemekte zorlandığı için borç aldığı kişilere devretmek zorunda kaldı. Önceki yıllarda yazlık Şen Sineması’nı da çalıştırmış olan İbrahim Bekiroğlu, İbrahim Kurtuluş ve Terzi Hüseyin üstlendi sinemanın işletmesini. Yavaş yavaş televizyonların yaygınlaşmaya başladığı bu dönemde sinemaları ayakta tutmak zorlaşmıştı. Cumhuriyet Sineması yeni işletmecileriyle birkaç yıl daha dayandıysa da akıbet kaçınılmazdı; Feyyaz Yengin’in oğlu Ercüment Yengin, sinemanın kapılarını 1975 yılında bütünüyle kapattığını ve yapının kısmen yıkılarak yeniden düzenlendiğini söylüyor.

'Bergama’nın en eski sineması televizyon yüzünden kapanıyor’ başlıklı haberde gazeteci Sabri Atik, televizyonun rekabetine dayanamayan sinemacı Feyyaz Yengin’in sinema binasını yıkıp yerine büyük ve lüks bir çarşı yaptırmaya karar verdiğini yazıyordu. 40 yıl boyunca binlerce filmi on binlerce insan ile buluşturan Cumhuriyet Sineması’nın İstiklal Meydanı’ndaki yerinde bugün artık, tabelasında AVM yazan bir market bulunuyor.

Cumhuriyet Sineması'nın kapandığı haberini veren gazete kupürü. 1970'lerin ortaları.
TLR makine_PNG.png

Cumhuriyet Sineması'nın kapanış haberi. Yeni Asır gazetesi. Ocak 1976 Kaynak: GGFB Facebook sayfası

Cumhuriyet Meydanı Sinemaları

KASABANIN MERKEZİ DEĞİŞİYOR, 'YENİ' SİNEMALAR AÇILIYOR

Ali İhsan Güngül'ün aile albümünden.
TLR makine_PNG.png

Ali İhsan Güngül'ün eşi Nimet Hanım ve kızları Jale Hanım, aile albümlerindeki bu fotoğrafın ilk açılan Yeni Sinema'nın yazlık kısmına ait olduğunu söylüyor.

İstiklal Meydanı’ndaki Cumhuriyet ve arka tarafında, Paşaoğlu Han’ın önünden geçilerek girilen yazlık Yıldız sinemalarının faaliyetlerine devam ettiği günlerde, 1948 yılında Recep Usta (Recep Yakar), adı da Yeni Sinema olan, yazlık ve kışlık salonları bulunan yeni bir sinema kazandırır Bergama’ya. Böylece 1960’ların ilk yıllarına kadar Bergama’da film bobinlerinin döndüğü üçü yazlık (Yıldız, Yeni Sinema ve Şen), ikisi kışlık (Cumhuriyet ve Yeni Sinema) beş sinema olacaktır.

Yeni Sinema, sonraki yıllarda Şehir Sineması ve devamında da Güven Sineması olarak isim değiştirecek, bu sırada sokağın karşı sırasına sadece yazlık olarak Yeni Sinema bir kez daha açılacaktır. Cumhuriyet Meydanı’nın 1990’ların başlarında yeniden düzenlenmesi amacıyla istimlak edilen sinema binasının diğer yapılarla beraber yıkılması ve yazlık Yeni Sinema’nın da bu süreçte kapanarak otoparka dönüşmesi neticesinde yaklaşık 40 yıl boyunca Bergama’nın ikinci sinema merkezi olarak kabul edilen alan günümüzdeki görünümüne bürünerek farklı bir işlev kazanacaktır.

Şehir/Güven Sineması'nın karşısındaki İbrahim Savaş'ın fırınının önünde tavla oynayanlar. 1970ler
TLR makine_PNG.png

Şehir/Güven Sineması döneminde, sinemanın karşısındaki İbrahim Savaş'ın fırını önünde tavla oynayanlar ve sol üst köşede sinemada gösterilen Kamyon Şoförü filminin afişi. 1970'ler. Fotoğraf: GGFB-Meryem Avkaya Sancar paylaşımı

Bu bölümde, kasabanın diğer sinemalarını ilerleyen kısımlara bırakıp Cumhuriyet Meydanı sinemalarını ele alalım ve kurucularının, çalışanlarının, izleyicilerinin unutulmaması gereken hikâyelerine kulak verelim.

Yazlık ve kışlık Yeni Sinema’yı Cumhuriyet Meydanı’nın doğu tarafındaki Saray Sokak ve devamındaki Arifağa Çıkmazı hattında, İbrahim Savaş’ın ekmek fırınının karşısına açan Recep Usta’nın, Bolşevik Cavid Bey’den sonra sinemacılığa büyük emek veren Bergama’daki ikinci isim olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Teknik konulardaki yeteneğini ve bilgisini, panoramik ve sinemaskop perde ile üç boyutlu sinemayı ilk getiren kişi olarak yenilikçiliğini herkesin takdir ettiği Recep Usta, işin ticaret yanından çok seyircisini düşünen sinemacılardandır.

ALİ İHSAN GÜNGÜL, YENİ SİNEMA'YI

VE GÜBRELİK FİLMLERİ ANLATIYOR

Yeni Sinema’nın kuruluşunu, İstiklal Meydanı’ndaki Cavid Bey’in sinemaları ile rekabeti, o günlere birebir tanıklık eden Ali İhsan Güngül’ün Fatma Dalay’a 2000 yılında verdiği mülakattan aktaralım:

“Flornalı Cavid bu alanda en büyük hizmeti vermiş Bergama’ya. Ben Cavid Bey ile sesli sinema döneminde tanıştım. Sinemayı adeta ibadet gibi meslek edinmiş. Her şeyi bir tarafa bırakıp sinema üzerine eğilmiş. Türkiye’nin en büyük firması Fitaş’ın Amerikan filmlerini getiriyordu ki halk sinemayı sevsin… Warner Broslar, Metro Goldenlar… Cumhuriyet Sineması’na…

MUSIC_PNG.png

Between Orient and Occident-01 Oblivion of Emotions

Serkan L. Karaman

00:00 / 03:59
Tan gazetesi, 23Kasım1938
TLR makine_PNG.png

Tan gazetesi, 23 Kasım 1938

Kaynak: İÜ Gazeteden Tarihe Bakış Projesi Arşivi

Tan gazetesi, 29 Nisan 1940
TLR makine_PNG.png

Tan gazetesi, 29 Nisan 1940

Kaynak: İÜ Gazeteden Tarihe Bakış Projesi Arşivi

Bergama’da Tekke Boğazı’ndaki elektrik fabrikası bir tek akşamları çalışırdı; o da iki saat çalışırsa beş saat arıza yapardı. Bunun üzerine Cavid Bey bir elektrik jeneratörü almıştı ama o da arıza yapıyordu. Bir konuşması vardı o jeneratörle, hiç unutamam. Teknik bir adamdı, makinelerden de anlardı ama çok sık arıza yapardı makineler. Millet bağırırdı o zaman ‘Ya para, ya sinema!' diye. İşte öyle zamanlarda, ‘Çalış be yeşilim!' Makinenin rengi yeşildi. ‘Çalış be! Bak içerden sesleri duyuyorsun. Laf anlamaz bunlar be! Çalış gözünü seveyim. Valla gömleğimle sileceğim seni. Her gün gömleğimle sileceğim seni.’ diye makineyle konuşur, yalvarırdı. 1940’ların başları bu anlattıklarım.

Cavid Bey sağlığında bu Cumhuriyet Sineması’na öyle bir makine getirdi ki allah allah! Hollanda Philips. Dünya harikası diye anılan bir marka. Biz dahil, merak ettik gittik makineyi seyrettik. Kurulmasına yardım ettik. Aramızda rekabet olmasına rağmen kötü niyetli değildik hiçbirimiz.

İşte ondan sonra Yeni Sinema’yı açtı benim ustalarım diyeceğim iki kişi: Recep Usta ile Mustafa Usta. 1948’de… 800 kişilik bir sinema. Döneminin en modern sinemasıydı Bergama’da. Ana Hakkı diye bir Arap filmiyle açtık sinemayı. Cumhuriyet Sineması’nın işlerini epey bozduk o dönem.

Ben daha çömezdim, getir götür işlerine bakardım sinemanın. Bir gün ortaklardan biri İzmir’den dönemeyince, ben taktım filmi. Meğer öğrenmişim onları seyrederken. Sinema Kanika marka üç bacaklı sehpası olan iptidai bir makine… Ustam o sırada İzmir’den gelmiş. Benim oynattığımı görünce arada ‘Hadi bakalım, yeni makinistimiz sensin.’ dedi bana. Yaşım ya 13 ya da 14’tü. Öyle başladım makinistliğe. Aslında yasaktı çünkü o zamanlar yanan filmler vardı. En ufak bir hatada barut gibi bir alev alır, bırak makine dairesini, sinema yanardı. O yüzden makine dairesinin üst kısmında kum torbaları, çeşmeler olurdu. Yangın çıkarsa hemen açarsın onları ki alev sönsün.

ESKİ VİDEO_PNG.png

Ali İhsan Güngül anlatıyor. (2000)

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

İÜ Coğrafya Bölümü öğrencisi Macide Söğüt'ün Bergama üzerine verdiği tezden bir bölüm. 1938-39
TLR makine_PNG.png

İÜ Coğrafya Bölümü öğrencisi Macide Söğüt'ün Bergama üzerine verdiği tezden bir bölüm. 1938-39

Kaynak: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi arşivi

Babamın Kurtuluş Savaşı zamanından kalma kurşun yaraları vardı, çalışamıyordu. Ben o yüzden erkenden hayata atılmak mecburiyetinde kaldım. Yüksek okullarda okuyamadım, sanat okuluyla kaldım. Bir o işe, bir bu işe el attım. Kamyonlar indirdim. Askeri okulda okuyan bir abim vardı, onun ihtiyaçlarını, evin ihtiyaçlarını karşılıyorum. Derken benim ustalarımı gördüm. Çırak aranıyor, diye yazarlar ya… Kapı önü süpürme, içeriyi temizleme falan. Ben de ‘Geleyim mi?' diye sordum onlara. ‘Gel!' dediler. Rahmetli Recep Usta… Benim babam gibi oldu. İki oğlu vardı o zaman. O ‘Üç oğlum var, Ali İhsan başta gelir.’ derdi. ‘Aman yapmayın, çocuklarınızı darıltmayın.’ derdim ben de. Diğer ustam da, ortağı, Mustafa Usta’ydı. İzmir’de Eski Efes Oteli’nin altında Efes Pasajı vardır. Orada sinema makinelerinin tamirini yapardı. Amplifikatörlerin, ses cihazlarının tamirini yapıyordu. İkisi de çok iyi ustalardı. Biri otomobil tamirinden, öteki sinema makinelerinden çok iyi anlardı. Bana ‘Tamam, gel başla.’ dediler. ‘Şu kadar para veririz.’ dediler. ‘Peki cumartesi, pazar gidebilir miyim?' diye sordum. ‘Gidersin.’ dediler. Ben de cumartesi, pazar gene kamyon indiririm diye, ek para çıkartırım nasılsa diye düşünüyorum. Başladım yanlarında. Hep böyle pür dikkat! Usta ne yapıyor, ne değiştiriyor, ne takıyor falan… Recep Usta sağa sola motor, fabrika kurmaya giderdi. O gittiği zaman ben de onunla gitmek için müsaade alırdım diğer ustamdan. O da ‘Git, onu da öğren.’ derdi. Bu arada sinemaya kitaplar, broşürler de geliyordu. Elektronik üzerine kitaplar falan. Avrupa’dan gelmiş, Türkiye’den çevirmenlerin çevirdiği kitaplar… Ben onları devamlı okurdum. Geceleri onları okurken uyuyakalırdım. Böyle böyle sinema hakkında çok bilgi edindim. Diyebilirim ki o yıllarda benim üzerime -Recep Usta hariç- eksitasyon ayarını yapacak, obtüratör ayarını yapacak başka da pek kimse yoktu. Beni buradan alırlar İzmir’e, Aydın’a, Söke, Tire, Ayvalık, Edremit taraflarına götürürlerdi obtürasyon ayarları için.

ESKİ VİDEO_PNG.png

Ali İhsan Güngül anlatıyor. (2000)

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

Bizim bu sinemada işler iyi gidiyordu. Kadın seanslarını icat etmiştik. Cavid Bey biraz kıskanıyordu. Yolda kadınları çevirip, bizim afişleri göstererek Balkan şivesiyle, ‘A be hanim hanim! Ben film getiriyorum ba, seyretmeyin bu gübreleri!' diye çıkışırdı. O kendi sinemasına çok kaliteli filmleri çekiyordu ama Bergama’nın seyircisi daha o filmlere hazır değildi. Bizse halkın seviyesine göre filmler seçerdik. İzmir’de İtalyan Pierre de Paul diye bir filmci vardı. Onun dağıttığı filmlere gübrelik derlerdi. ‘Çuvalla mı aldınız bu gübrelik filmleri?' diye sorardı bazıları bize. Cavid Bey’in bir filme verdiği parayla biz on tane film alırdık. Fakat halk kendini buldu bizde. Harmanların dövüldüğü, suların aktığı, şarkıların söylendiği… Atlara binerler gezerler… Aşklar… Birbirilerini öldürürler çeşme başında… Öyle filmler seçerdik.

Cavid Bey ile bizim aramızda bir seviye farkı vardı. Onun Amerikan şirketlerinden gelen çok üstün filmleri çekişi, bizim ise sıradan, Türk filmlerini çekişimiz… Türkiye’de ne kadar film yapan şirket varsa İpekçiler, Acar, Kemal, Arzu film gibi ne kadar film çeken şirket varsa onların Ege Bölgesi işletmesini bahsettiğim bu İtalyan adam alırdı. Ben de gider ondan film alırdım. Giderim, ‘Şu şu şu filmler...’ diyerek seçerim. ‘Mösyö Pierre, ne vereceğiz?' diye sorunca, ‘Filmle konuş.’ derdi bana. Adamını işaret ederdi. O da bakar seçtiğim filmlere, ‘Şu kadar para.’ deyince, ben de ‘Çok pahalı.’ derdim. Numara yapıyorum ama. Pahalı değil aslında. O sırada üstümde bir kâğıt veya evrak ararmış gibi yapıp cebimden bir deste para çıkartır, çaktırmadan parayı göstermiş olurdum. O zaman en büyük para kırmızı mı, pembe mi, 1 liramız vardı. Onları tomarla masaya koydun mu Mösyö Pierre’in aklı orada kalırdı. Ben de ‘Hadi bakalım, nasibimizi başka yerde bulalım.’ deyip parayı tekrar cebime koyar, gidermiş gibi yapardım. O zaman Pierre adamına döner ‘A be, yap bir şeyler be çocuğa, yap yap, yabancı değil bu, bizim çocuk işte be!' derdi. Adamı kafasını sallardı bana, ‘Yaptın yine yapacağını.' der gibi. Biz böyle anlaşır, paramı takır takır peşin sayar bırakırım, filmlerimi alırım, hadi Bergama’ya! Bu arada Kınık’ta da bir sinema açmıştım. İki yerde birden oynatırdım filmlerini adamın. Bir koyundan iki deri çıkartıyorum. Velhasıl çok güzel para kazanıyorduk. Beş kuruşsuz o kadar güzel bir kışlık sinema yaptık ki, 800 kişilik koca bir sinema. Recep Usta’nın yaptığı bu Yeni Sinema modern bir sinema oldu. Bergama’nın en modern sineması oldu.

“O zaman Pierre adamına döner 'A be, yap bir şeyler be çocuğa, yap yap, yabancı değil bu, bizim çocuk işte be!' derdi."

O vakitler filmin afişi dışında fuaye resimleri, foto direktörünün seçtiği fotoğraflar falan yoktu. Bir tane afiş sadece. Biz de o filmin üç dört afişini parçalara ayırıp, toz boya ve tutkal kullanarak o parçalardan koca duvara kendi büyük afişimizi yapardık. Hatta bazen filmin afişi bile gelmezdi. Öyle olunca oturur eski zamandan kalma afişleri keser biçer, hatta filmin adını bile kendim koyardım. Kendi afişlerimizi yapardık. Velhasıl böyle mücadelelerimiz olurdu.

Askere gitmeden önce Kınık’ta bir sinema açmıştım. Askere giderken sattım orayı. Bütün parayı kuruşuna dokunmadan ustam Recep Usta’ya verdim. Dar, küçük bir sinemaydı ilk başta Yeni Sinema. Tam o dönemde Recep Usta büyütüyordu sinemayı. Önceden doğudan batıya olan sinemayı büyütüp güneyden kuzeye çevirdi yönünü. Benim param onlara ilaç gibi geldi ve sinemayı büyüttüler böylece. Sinema büyüyüp de işler daha da artınca yer sahibi ile anlaşmazlığa düştüler. Başta on sene fiyat artışı yapmamak üzere anlaşmışlardı. Fakat yer sahibi baktı ki çok para geliyor, fiyatı arttırınca mahkemeye düştüler. O mahkemenin sonunda çıkan kararla Recep Usta’yı oradan çıkarttılar.

“Yazlık Yeni Sinema'ya Recep Usta, Bergama'da ilk kez panoramik ve sinemaskop  perdeyi getirmişti."

Bunun üzerine Recep Usta da, şimdi otopark olarak kullanılan yerde yazlık sinema olarak açtı Yeni Sinema’yı. O dönemde, Karacaahmet dediğimiz yerde bir de yazlık Ferah Sineması’nı açtı ama iki sinema birden yürümedi. Yeni Sinema’da işler iyi gidiyordu ama Ferah’ı kapatmak zorunda kaldı. (Ferah Sineması daha sonraları Cavit Sarsılmaz tarafından Melek adıyla işletildi.– YT)

Yazlık Yeni Sinema’ya Recep Usta, Bergama’da ilk kez panoramik ve sinemaskop perdeyi getirmişti. Hatta ilk defa üç buutlu filmi getiren adamdı. Cavid Bey’den sonra Bergama sinemacılığına emeği geçmiş en büyük insandı. Aynı Cavid Bey gibi, kesesini düşünmeden, 'Seyircimi nasıl memnun ederim?' diye düşünürdü.

Ben askerlik çağıma kadar sinemada böyle çalıştım işte. Askerden döndüğümde, Recep Usta da ortağıyla ayrılmıştı. Ben de ayrılıp kendi sinemamı yaptım. 1958 yılında, daha sonra Kermes Sineması’nın yapılacağı yerde yazlık Park Sineması’nı açtım (Güngül’ün, Bergama Belediyesi Fen İşleri Müdürü Kemal Bey ile birlikte açtığı sinemanın arazi sahibi müteahhit Edip Biröz idi. Edip Bey, Park Sineması’nın kapanmasından birkaç yıl sonra aynı yerde modern bir sinema binası inşa edecek, oğlu Necati Biröz ile o yıllara kadar Bergama’nın sahip olacağı en güzel sinemayı, Kermes Sineması’nı kuracaktı.-YT). Ama yürümedi. Orayı işletirken 60 ihtilali oldu. İşler tümüyle durdu. Onu bıraktım, esnaflığa başladım, radyo tamiri üzerine dükkân açtım çarşıda.

Biz bir ara yedi sinema olduk Bergama’da. Ben ‘Gelin, yılda bir defa Cavid Bey günü yapalım. Bu adamın açtığı yoldan ekmek yiyorsunuz. Balını, kaymağını yiyorsunuz.’ dedim ama yok ikna edemedim. Yanaşan olmadı. Hatta birkaç belediye reisine de önerdim. Olmadı.”

SES_JPG.jpg

Yusuf Burcu ve Emin Urgun

anlatıyor.

00:00 / 01:38

RECEP USTA,

 OĞULLARI VE

YENİ SİNEMA

Yeni Sinema'nın günümüzde otopark olarak olarak kullanılan alanı. Fotoğraf: Yücel Tunca-2019
DSLR makine_PNG.png

Yeni Sinema'nın günümüzde otopark olarak kullanılan alanında sinema

perdesinin bir kısmı halen görülebiliyor. Fotoğraf: Yücel Tunca-2019

Bergama Halkevi’nin arkasında, TEKEL satış deposunun yanında uzun yıllar pamuk hangarı olarak iş görmüş olan yapıyı içine balkon ve localar ekleyerek etkileyici biçimde dönüştüren Recep Usta’yı ve Cumhuriyet Meydanı’nda açtığı ilk sinemayı bir de, yanında bir dönem makinistlik de yapan ve yıllar sonra aynı sinemayı Güven Sineması adı ile işletecek olan Beytullah Usta’dan dinleyelim:

“Balkonu sonradan yapmış, merdiven eklemiş. 1940’larda… 40’larda ama o kadar mükemmel bir sinema yapmış ki nerede oturursan otur perdeyi rahatça görebiliyorsun. Nerede oturursan otur aynı sesi duyabiliyorsun. Duvar şekillerini ona göre yapmış, bir ovallik vermiş... Recep Usta gerçekten zeki bir adammış. Turgutlu’dan gelme. Biz de işi biraz Feyyaz’ın Cumhuriyet Sineması’nda, Memduh Abi’nin yanında öğrenmişiz. Recep Usta ‘Bize bir makinist lazım.’ deyince gittik. Sinemayı 20-25 yıldır işleten, artık 70’li yaşlarına gelmiş Recep Usta’ya makinistlik yapmak bayağı popüler bir iş. Öyle kolay değil yani. Sinemanın makinistiyim dedin mi bir ayrıcalığın olurdu. Orada biraz daha öğrendik işi.”

Beytullah Özyıldız, Recep Usta’nın sinemacılığı, dönemin Kültür Bakanlığı tarafından oluşturulmuş bir fon üzerinden hareket eden ve sinema tekniğini öğretmek üzere bölge bölge gezen ekiplerden öğrendiğini söylüyor.

Yeni Sinema döneminde sinemanın karşısındaki İbrahim Savaş'a ait fırın ve fırın çalışanları.1960'lar
TLR makine_PNG.png

Yeni Sinema döneminde, sinemanın karşısındaki İbrahim Savaş'ın fırını ve çalışanlar. 1960'lar.

Fotoğraf: GGFB-Yusuf Sinan Savaş paylaşımı

İsmail Hakkı Güzeler’in, “Çocukluğumun efsane mekânı.” dediği Arifağa Çıkmazı’nın girişindeki Yeni Sinema’da seanslara 1 saat kala başlayan müzik yayını tüm mahalleden duyuluyor, filmden hemen önce 10 dakikalık futbol maçlarından görüntüler gösteriliyordu. Film bitip de sinemadan çıkanları fırıncı İbrahim’in pişirdiği ekmeklerin kokusu karşılıyor, kan şekeri düşenler ya poğaçacı Emin’in ya da şambalici Hasan’ın etrafını sarıyordu. Yeni Sinema’nın seyircileri fırının bitişiğindeki Stüdyo 77’nin sahibi Muharrem Bey ile selamlaşıp, Saray Sokak’ın köşesindeki Çerezçi Yılmaz ve oğlu Yüksel’in seyyar tezgâhından çerezlerini aldıktan sonra evlerine dağılıyorlardı.  

Recep Usta’nın can ciğer dostu, neredeyse evladı gibi olduğunu söyleyen Akşit Tedik, ustanın dört çocuğundan Nurten Yakar’ın Zübeyde Hanım İlkokulu’ndan sınıf arkadaşıydı. Kendisi de güçlü bir teknik eğitim almış olan Akşit Tedik, ustasıyla birlikte çalışıp bir sinema makinesi yaptıklarını anlatıyor:

“Renkli makineler yeni çıktığı zaman resmi yansıtan makine ayrı, sesi yansıtan makine ayrıydı. Biri görüntüyü, öbürü sesi verirdi. Hatta bazen görüntüde biri tabancayı çeker,  patlama sesi bir dakika sonra gelirdi. Önce şunu da söyleyeyim: Denizli’deki, Gördes'teki belediyelerden elektrik işleri alırdı ustam. Aldığında da şartnameye torna ve kaynak işleri için ‘Bana kamyon verin, işimi götürüp Bergama’da yaptıracağım.’ der, getirip işi bana verirdi. Bana o kadar güvenirdi. Sinema makinesini atölyede yaptık. Ustama Myford marka küçük bir torna almıştık. Akşamları giderdim, sinema oynarken biz makine dairesinde Recep Usta ile sinema makinesinin parçalarını yapardık. Recep Usta kendi kendini yetiştirmiş bir ustaydı.”

O yıllarda güvercinlere karşı büyük merakı olan Akşit Tedik, atölyesinin Hükümet Konağı’nın hemen arkasında olduğunu, zamanının çoğunu evlerinin üstündeki kümeslerde geçirdiğini, bitirilecek iş yoksa atölyeye pek gitmediğini anlatıyor. Recep Usta’nın arka arkaya bir iki sefer uğrayıp da kendisini bulamayınca yanında çalışan çocuklara sorduğunu, onların da ‘Kuşlara bakmaya çıktı.’ demeleri üzerine ilk karşılaştıklarında kendisine çok kızdığını söylüyor:

“O gün çok kızdı bana. ‘Geliyorum gidiyorum üç oldu, hep kuşların yanındasın, abine şikâyet edeceğim seni!' dedi. Abim de o zamanlar, sinemanın yakınındaki öğretmenler lokâlinin müdavimiydi. Öğretmenlerle çok samimiydi. Genç kaybettik abimi. Çok sevilirdi. Bambaşka bir insandı. Benim idolümdü. Gerçekten de gitmiş bulmuş abimi: ‘Turgut, söyle Akşit’e, ben iki üç oldu, gelip gidiyorum, bu kuşlarla oynuyor, dükkânı boş bırakıyor.’ demiş. Abim ise bana kızacağına arka çıkmış: ‘Recep Usta ne yapıyorsun sen? Ben onu teşvik bile ediyorum. Bunalıyor yoksa çocuk.’ demiş.”

Ali İhsan Süter de Recep Usta’nın sinema makinesi yapacak kadar bilgili olduğunu söylüyor:

“O günün şartlarında sembol biriydi Recep Amcamız. Önemli bir özelliği çok iyi bir sanatkâr olmasıydı. Biz Sanat Enstitüsü’nde okurken tesfiye atölyesi şefi Necdet Bey dediğimiz hocamız ile çok samimiydiler. O zaman bir sinema makinesi yapmıştı Recep Usta. Alüminyum kalıplarla… O imkânsızlıklarda sinema makinesi yaptı! Bildiğim kadarıyla köylere filan o makine ile gidip film oynattılar.”

“Resimli makineler yeni çıktığı zaman resmi yansıtan makine ayrı, sesi yansıtan makine ayrıydı. Biri görüntüyü, öbürü sesi verirdi. Hatta bazen görüntüde biri tabancayı çeker, patlama sesi bir dakika sonra gelirdi."

Macit Gönlügür, Recep Usta’nın çocuklarından bahsediyor. Bu nokta önemli çünkü Recep Usta’nın vefatından sonra yazlık Yeni Sinema’yı ortanca oğlu Nezih devam ettiriyor:

“Yeni Sinema'yı daha çok bilirim. Nezih, Metin, Melih... Üç kardeşlerdi. Recep Amca, Sinemacı Recep, Recep Usta derler; onun oğulları... Sinemanın kışlığı eski Halk Eğitim'in sırtına denk düşerdi, şimdiki Cumhuriyet Meydanı'nın arka köşesi gibi... Bizim çocukluğumuz da o bölgede geçti. Çok mutluyduk o zaman. Metin en büyük oğlu, Nezih ikincisi, Melih de üçüncüsüydü. Nezih gözlüklü olan, sert mizaçlı biriydi, gişede bilet keserdi. Daha çok o ilgileniyordu sinemayla. Küçük oğlu Melih de bakıyordu ama daha fazla mesaiyi Nezih veriyordu.”

Nezih Yakar
TLR makine_PNG.png

Nezih Yakar (sol başta)  Belediyenin İşletme Şefliği'nde arkadaşlarıyla. 1971. Fotoğraf: GGFB-Ayla Şengül Çevik

“Kapıda belalı biri dururdu.  Gişede de Nezih. Gözü de iyi görmezdi, gözlükleri vardı. O bilet keserdi. Biz de, mahalle çocukları, takip ederdik onları zaten. Gişenin altından eğilir, geçerdik o görmeden."

SES_JPG.jpg

Ali Taşkıran anlatıyor.

00:00 / 01:17
Yağmur. (1971)
TLR makine_PNG.png

Yağmur

1971

Ayşecik. 1960
TLR makine_PNG.png

Ayşecik

1960

“Film başlamadan önce kapıda sinemaya giremeyen çocuklar olduğunda allem eder kallem eder onları da içeri aldırırdım."

Sinemanın gişesinde duran Nezih Yakar, kadınlara ayırılmış olan öğlen matinesinde kapıda toplaşan genç erkeklerin ısrarına bazen kızıp onları kovalar bazen de dayanamayıp film öncesindeki reklamlar sırasında gençleri en ön sırada oturmaları şartıyla içeri alırdı. ‘Tamam abi!' diyerek içeri giren gençler elbette en önde oturmak yerine koşarak arkalardaki boş sandalyelere geçiyor, film arasında Nezih görmesin diye yine koşarak ön sıralara diziliyorlardı.

Mücahit Özçelik de çocukluk arkadaşları Nezih ve Melih ile sinemanın kapısındaki huysuz kapıcıyı hatırlıyor:

“Melih de, Nezih de hep arkadaşımızdı. Mahallede çok sinemaya giderdik. Sinema dibimizdeydi, onlar da arkadaşımız, çocuğuz hepimiz... Kapıda belalı biri dururdu. Gişede de Nezih. Gözü de iyi görmezdi, gözlükleri vardı. O bilet keserdi. Biz de, mahalle çocukları, takip ederdik onları zaten. Gişenin altından eğilir geçerdik o görmeden... Şimdi tabii yeni film geldiği zaman çok iştahlı oluyor insan. Sinemanın kapıcısı bile seyretmeye gider. Biz de onun arkasından girer, onun nerede durduğunu bilir, o tarafa geçmeden filmi seyrederdik. Hele bir gün sinemada konsere gittik. Muhterem Nur'un muydu, başkasının mıydı kesin bilmiyorum. İlk defa sahneye çıktığı zamanlar. Biz dört çocuk, sinemada yer bulamayınca ön sıraya geçip oturduk. Akşam oluyor bu tabii, gece... Yanımda Erkan diye bir çocuk var, biz ona Topal Erkan derdik. Erkan iyi bilirdi müziği, saz çalar türkü söylerdi bize. Kulağımıza eğilip darbukacıyı işaret ederek ‘Bu acemi ha, yeni tutmuş getirmişler.’ dedi. Gırnata taksim yapıyor. Darbuka da yavaş yavaş, tıpır tıpır sayıyor. Erkan yandakileri, arkadakileri ayarladı 'Alkış yapalım.' diye. Başladılar ‘Bravo darbuka!' deyip alkış yapmaya. Darbukacı da, öğretmişler herhalde, kalkıyor selam veriyor. Öteki de taksime devam ediyor. Bizimkilere bir iki defa daha böyle alkış yaptırdı Erkan. ‘Bravo dümbek!' diye bağırdı adama sonra. ‘Yeter ulen!' dedi darbukacı, bıraktı çalmayı. Organizatör çıktı geldi sahneye, ‘Arkadaş acemi, kusura bakmayın.’ diye özür diledi.”

Zaman zaman konserlerin yapıldığı Yeni Sinema’da Bergamalılar Zeki Müren’i de izleme şansı bulmuşlardı. Akşit Tedik ‘Fevkalade bir sanatçıydı.’ diye andığı Zeki Müren’i ‘en mutena saz takımıyla’ beraber geldiği Recep Usta’nın sinemasında, hem de üç kez izlemişti. Mualla Mukadder Atakan, Ahmet Üstün konserlerini de yine Yeni Sinema’da izleyen Akşit Tedik gibi Macit Gönlügür de 1965 yılında Hürriyet gazetesinin düzenlediği Altın Mikrofon yarışmasını kazanan Yıldırım Gürses’i Yeni Sinema’da izlemişti.

Tiyatro oyunlarının oynandığı, konserlerin düzenlendiği sinema salonlarının bu tür organizasyonlar için yeterli malzemesi yoktu. Ali Taşkıran bu gibi eksiklerin nasıl giderildiğini anlatıyor:

“Sanatkârlar buraya turneye gelirlerdi. O zamanlar tabii lambalar yoktu sahneyi aydınlatmak için. Burada bizim bir fotoğrafçı abimiz vardı, foto Mesut Erol. Onun lambalarını taşırdım ben sinemaya. Konserlerde sahneleri onun lambalarıyla aydınlatırlardı.”

Nezih Yakar’a gözleri az gördüğü için Kör Nezih denildiğini, babasının ona işi öğretirken de, paranın kıymetini bilmeyip sağda solda çarçur etmesi yüzünden de epey kızdığını anlatıyor Akşit Tedik. Zaman zaman babasını kızdırsa da sinemacılığı öğrenen Kör Nezih, 70’li yaşlarındaki babasının ölümünden sonra işe tek başına devam edecektir.

Bergama’nın ‘Süper Babaannesi’ olarak tanınan Hatice Simit’in Kör Nezih ile arası çok iyidir o yıllarda. Hatice Hanım’ın evi sinemanın sokağındadır ve bu avantajını iyi değerlendirerek sık sık sinemaya gider:

“Çocuklar okula gidiyorlardı ya da onları anneanneme bırakıyordum. Benim çocukları hiç götürmezdim, kendim giderdim. Gezmeye de götürmezdim onları. Arkadaşlarım çok vardı. Günüm de vardı, haftada üç günümüz olurdu. Bunun üstüne bir de sinemaları hiç kaçırmazdık. Öğlen saat 14.30 seansı sadece kadınlara oynatılırdı. Sinemacı Nezih'e, Yeni Sinema'da yer ayırtıyordum. Hep yukarıda balkonda oturuyordum. Aşağıların biletleri biraz daha ucuzdu ama ben hiç aşağıda oturmazdım. Balkonu çok güzeldi. Bazen yukarıda yer kalmazdı, ben sandalye koyduruyordum. İsterse koymasın! ‘Nezih, koyacaksın bana sandalyeyi!' derdim. ‘Önde yer var Hatice Teyze.’ derdi. ‘Yok!' derdim, 'Koy sandalyeyi!'

Filmlerde çok ağlardım ben. Filme gitmeyen komşular sorarlardı ‘Hatice Abla, ne oldu filmde?' Ben de onlara taa başından anlatırdım filmi. Türkan Şoray'ın Yağmur diye bir filmi oynamıştı. Yağmur altında doğum yaptığı bir filmdi. Onda çok etkilenmiştim. Dağların, taşların arasında yaptı doğumu... Bir de dövdüler... Vurun Kahpeye filmi vardı bir de, o da çok güzeldi, çok etkileyiciydi. O kadar etkiliydi ki hepimiz çok ağladık. Yabancı filmlere pek gitmedim, hep yerli... Ama Cüneyt Arkın'ı hiç sevmezdim. Ediz Hun, Hülya Koçyiğit, Fatma Girik... Onlar başka tabii.”

1960 yılından itibaren peş peşe çekilen Ayşecik filmleri de Bergamalı izleyicilerin gözdesi haline gelmişti. Yeni Sinema, ağlama garantili 14 devam filminden oluşan Ayşecik serisinden biri geldiğinde hıçkırıklarla dolup taşıyordu.

Hatice Hanım’ın oğlu Çerezci Yüksel de çocukluk yıllarından itibaren Yeni Sinema civarının tek seyyar kuru yemişçisiydi. Çerezci Yüksel, o günlerin sinema heyecanını şöyle anlatıyor:

“Kolsuz Kahraman filmini iyi hatırlıyorum o günlerden. Wang Yu diye birisi oynuyordu başrolde. Film çok matraktı. Ayakta izliyordu millet. Koltuklar dolu, bir o kadar da ayakta insan vardı. Bruce Lee filmleri de öyle olurdu.”

Mehmet Tevfik Olur da çocukluk yıllarında Yeni Sinema’ya gitmek için nasıl para kazanmaya çalıştığını anlatıyor:

“Şimdiki Cumhuriyet Meydanı'nda Atatürk anıtı var ya hani, Yeni Sinema işte oradaydı. Çocukların işi gücü iki kuruş para toplayıp o parayla sinemaya gitmekti. Ben sanat okuluna yazılmıştım, 11-12 yaşlarında... Sinemaya gideceğim ama param yok. Okuldan kitap listesi verdiler. İngilizce, matematik kitabı filan… Babama söyleyemediğim için anneme söyledim, 12 lira para lazım diye… Akşam baktım bir heybe atıldı önüme. Babam demiş ki ‘Benden para isteyeceğine gitsin ağaçlardan dökülen zeytinleri, dipleri toplasın, satsın, çıkarsın parasını.’ Hemen bisiklete binip gittim. Zeytinleri topladım. Kızıl Avlu’nun orada kilosunu 30 kuruşa satıp 18 lira para kazandım. O akşam da Yeni Sinema’da Türkan Şoray, Göksel Arsoy, Mualla Sürer, Hulusi Kentmen, Öztürk Serengil, Vahi Öz’ün oynadığı Ne Şeker Şey filmi var, abimi de alıp seyretmeye gittim. Çok güzel filmdi… O zeytin işi hoşuma gitti, bir de arkadaş aldım yanıma. İşçi olarak onu da çalıştırmaya başladım. Büyükler böyle öğrettiler bize para kazanmasını.”

Film seyredebilmek için sinemada çalışan çocukların sayısı da az değildi. Bergama Çevre Platformu’nun sözcüsü Erol Engel, ilkokulu bitirdiği senenin yaz aylarında bu yolu tercih ettiğini söylüyor:

“Yeni Sinema'da bir yaz oranın büfesinde çalıştım. Kasayla gazoz, elimizde açacak, onu şişelere sürterek ‘Soğuk gazoz var!' diye bağıra bağıra satardık. Çok iyi filmler getiriyorlardı. Sinemanın başlayacağı saate yarım saat kala gidiyordum. Çok da bir para aldığımdan değil, derdim film izlemekti. Hatta evdekilerin bile sonradan haberi oldu. O yaşta sinemaya gidecek parayı pek bulamıyorsun. Bulsan bile haftada bir filme gidebilirsin. Ama biz o kadar açgözlüydük ki, oynayan bütün filmleri görmek istiyorduk. Ne yapar ne eder o filmlere girerdik. Bunun en iyi yolu da sinemada çalışmaktı. Sinema 500 kişilikse tamamı dolardı. Şehrin nabzı da sinemada gösterilen filmlerde atardı. Üç günde bir değişirdi filmler. Çeşitli yerlere afişler asılırdı. İnsanlar sürekli o afişleri takip ederlerdi.

Film başlamadan önce kapıda sinemaya giremeyen tanıdığım çocuklar olduğunda allem eder kallem eder onları da içeri aldırırdım. Bazen başka çocuklarla da beraber sabahtan gidip süpürürdük sinemayı. İzmarit ve çekirdek kabuklarıyla dolu olurdu içerisi.

Sinemada gazoz içmek çok önemliydi. Meşrubatlar buz kalıplarının olduğu varillerin içinde soğutulurdu. Gece olunca da tahta kasalara yerleştirip öyle satardık. Tabii bazı aileler çoluk çocuk gazoz alıp içerken bazı ailelerin çocukları da gazoz alamadıklarından onlara üzgün üzgün bakarlardı, onu da hatırlıyorum mesela. Benim de içimden ‘Şu kasadakileri de açıp onlara vereyim.’ diye geçerdi. Herhalde solculuğumuz o günlerde başlıyor bizim.

O yılların Bergama’sında, bu yılların Bergama’sındaki gibi televizyonun esir aldığı bir toplum yoktu. İnsanların ailece sinemaya gitme alışkanlıkları vardı. Şimdi de Bergama'da sinema var ama o sinemaya ailece pek gitmiyor insanlar. Gidenler olsa bile çok sınırlı sayıdadır. Sinema, revaçta olduğu yıllarda insanların sosyalleşmesi açısından önemli bir alandı.”

SES_JPG.jpg

Hatice Simit anlatıyor.

00:00 / 02:28
Vurun Kahpeye. 1949
TLR makine_PNG.png

Vurun Kahpeye

1949

Kolsuz Kahraman. 1967
TLR makine_PNG.png

Kolsuz Kahraman

1967

Ne Şeker Şey. 1962
TLR makine_PNG.png

Ne Şeker Şey

1962

ESKİ VİDEO_PNG.png

Video: Fatma Dalay, (2000)

Montaj: Yücel Tunca (2021)

YENİ SİNEMA'NIN BEYAZ PERDESİNDEN GEÇEN FİLMLER

Bilgin Yasa, Yeni Sinema’da daha ziyade halk tipi filmlerin oynadığını; örneğin Kemal Sunal’ın bir filmi geldiğinde, sinemanın, kendi deyimiyle ‘zınga zıng’ dolduğunu söylüyor. Mehmet Kutlu da babasının sinemaya özel bir ilgi duyduğunu, evde durmak yerine çok yakın iki arkadaşını da alıp evlerine yakın olan Yeni Sinema’ya gittiğini, öyle ki, film değişmemiş olsa bile aynı filmi tekrar tekrar izlediklerini söylüyor.

Özellikle kadınların Belgin Doruk’lu, Göksel Arsoy’lu filmlere girebilmek için birbirleriyle yarıştıkları, akşam yemeğinin malzemelerini yanlarında getirip bir yandan filmi seyredip ağlaşırken bir yanda da yaprak dolması sardıkları, Bergama’nın, merkezde 17-18 bin nüfuslu henüz daha küçük bir kasaba olduğu yıllarda cumartesi günlerinin bir başka önemi olduğunu Emel Girit anlatıyor:

“Bizim ilk gittiğimiz sinema Yeni Sinema'ydı. Çok popüler bir yerdi zaten. Recep Usta'nın yeriydi. Hanımı Naciye Hanım'dı. Sinemacı Naciye Hanım derlerdi ona. Ben daha çok onu bilirim. Onların sineması en popüler olandı. Kışlık sinemaydı ama yanında da yazlığı vardı. Yan yanaydı sanırım. Ama yazlık sinemalara biz pek gitmezdik. Ailecek gitmeyince geceleri biz de kendi başımıza gidemezdik.

Mutlaka her hafta sonu değişirdi filmler. Cumartesi günleri sinema günümüzdü. Sık sık neredeyse hemen her cumartesi günü giderdik okuldaki 

Bergamalılar. 1960'lar
TLR makine_PNG.png

Bergamalılar.1960'lar

Fotoğraf: Nadire Pilpil Bilici aile albümü

arkadaşlarımızla. Kışın zaten başka ne yapacaksın? Yeni Sinema'da akşamları kadın erkek karışıktı galiba, çünkü aileler de gidiyordu. Ama cumartesi günü sadece kadınlar oluyordu. Fakat şimdi düşünüyorum da bizim gittiğimiz seanslarda da sanki erkekler de olurdu. Balkon kısmında en arkada localar vardı. Erkek arkadaşlarımız genelde ön taraflarda otururlardı ama bir erkek arkadaşımızın bizim oturduğumuz locaya geldiğini hatırlıyorum. Arkadaşımıza erkek arkadaşıyla görüşmesine yardım etmek için biz de onunla gidiyorduk sinemaya. Kasabalarda böyle şeyler çok önem kazanıyor. Hele Bergama'da! Zaten açıktan, rahat rahat gidemezsin, yalnız olursan dikkat çeker... Sanki bu yüzden grup halinde gidilirdi. Biz locanın ön sırasına oturmuştuk, arkadaşlarımız arkadaydılar. Localar dört kişilik filandı galiba.”

Emel Hanım ile lisede sınıf arkadaşlığı yapan Nazmiye Ovacık da grup halinde sinemaya gidişlerini unutamıyor:

“Cumartesi günleri giderdik sinemaya. Hafta içi gidilmezdi çünkü okullarımız sabahtan akşama kadardı. Cumartesi günleri de okul yarım gündü. Okuldan çıktıktan sonra sinemaya gidiyorduk. Biz çok kalabalık giderdik, sınıftan ve mahalleden arkadaşlarımızla toplaşıp öyle giderdik. Hatta bir gün evvelinden sinemaya uğrar, Nezih’e, Melih’e, artık kim varsa, parasını verir ‘Bize şurayı ayır, 10 kişiyiz.’ derdik. Balkonda, en ön sırayı seçerdik. Aşağıda erkek arkadaşlarımız otururdu. Biz de onları göreceğiz ya, o yüzden balkondaki en ön sırayı ayırtırdık.”

DSLR makine_PNG.png

Hakkı Özlü - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

Kadınlar matinesi olduğunda sinemaya gidemeyen genç erkeklerin Yeni Sinema’nın yakınlarında toplandığını anlatıyor Hakkı Özlü:

“Cumartesi günleri gündüzleri kadınlar matinesi vardı. Erkekler giremiyordu. Bizim muhasebe ofisinin orada, CHP binasının önünde Aksekili'nin Kahvesi vardı. Sinema çıkışında kızları görelim diyenlerle doluyordu orası.”

Recep Usta 60’lı yılların sonunda Yeni Sinema’yı kapatıp aynı sokakta, karşı sıradaki büyük boş arsayı satın aldı. Yeni Sinema adını buraya kurduğu yazlık sinemada devam ettirdi. Sinemanın arka tarafına tribün gibi basamaklı bir bölüm yaptırdı. Mimarların ‘Olmaz öyle, yapamazsın.’ demesine aldırmayıp, makine dairesini sinemanın arka duvarına beton bir kafes gibi astı. O beton kafes 40 yıl orada asılı durdu. Sinemanın içi ilk zamanlar topraktı fakat çok geçmeden her tarafına beton döküldü.

Yoğurtçu Eşref Taşkın sinemanın toprak zeminli olduğu günleri hatırlıyor:

“Yeni Sinema çok güzel filmler getiriyordu. İçi topraktı ilk zamanlar. Sinemanın içinde yürüyorsun, şöyle nohut gibi ufak taşlar ayakkabının içine giriyor. 'Yahu'

diyorum, 'Kapıda bak kaç tane çocuk bekliyor sinemaya gireyim.' diye. O zamanlar kese kâğıtları var, henüz naylon filan çıkmamış... 'Bu çocukların eline ver birer tane kese kâğıdı, şu taşları birer birer toplasınlar yerden.' 'Taş toplanır mı?' diyor... Ya nasıl taş toplanmaz yahu? Biz askerken Amerikan birliğine gittik Kore'de. Birlik bayırda böyle. Büyük bir arazi... Nohut kadar taş bulamazsın yerde. Hepsi toplanmış. Sen sinemanın içindeki taşı toplatamıyorsun. Toplanması gerektiğini bilmiyorsun.”

ESKİ VİDEO_PNG.png

Yakar ailesinin işlettiği Yeni Sinema'nın kapanmasından günümüze kadar otopark olarak kullanılan alanın 2000 yılındaki görünümü.

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

1960’ların başlarında Yeni Sinema, yeni yerinde açılmış, eski yerini ise Müzekka Usta (Müzekka Odacıoğlu) Şehir Sineması adıyla çalıştırmaya başlamıştı. Bir süre sonra Recep Yakar Usta hayatını kaybedecek, bir dönem Soma’da sinema çalıştıran diğer oğulları Metin ve Melih’in hayatlarına devam ettikleri İzmir’de toprağa verilecekti.

Zaman zaman düğünlerin de yapıldığı Yeni Sinema’yı Nezih Yakar, babasının ölümünden sonra birkaç yıl daha işletti, sonunda o da kapıya kilit vurup sinemayı kapattı. Yazlık Yeni Sinema’nın bulunduğu alan daha sonra otoparka dönüştürüldü ve sinemanın emektar film makinesi de İzmir’e taşınıp, Recep Usta’dan kalan değerli bir hatıra olarak oğlu Melih Yakar tarafından korumaya alındı.

Suzan ve Ali Rıza Engel'in düğünü Yeni Sinema'da yapılmıştı. (Üstte ve sağda) 16 Ağustos 1975
Suzan ve Ali Rıza Engel'in düğünü Yeni Sinema'da yapılmıştı. (Üstte ve sağda) 16 Ağustos 1975
TLR makine_PNG.png

Suzan ve Ali Rıza Engel'in düğünü Yeni Sinema'da yapılmıştı. (Üstte ve sağda) 16 Ağustos 1975

Fotoğraflar: Suzan Engel aile albümü

RECEP USTA'DAN SONRASI:

ŞEHİR VE GÜVEN SİNEMALARI

Şehir ve Güven Sinemaları

Yeni Sinema’nın işletmecisi Recep Usta 1960’larda, mekân sahibi ile anlaşamadığı için burayı bırakmış onun yerine Müzekka Usta sinemanın işletmesini devralmıştı. Müzekka Usta, Ali İhsan Süter’in yakın arkadaşıydı ve sık sık sinemada buluşup sohbet ederlerdi. Ali İhsan Süter bu gidiş gelişlerinde sinema makinesini kullanmayı bile öğrenmiş, arkadaşı votka-gazozu fazla kaçırıp sarhoş olduğunda makineyi idare eder olmuştu.

Daha sonra genç ama tecrübeli Beytullah Özyıldız’ı makinist olarak işe aldı Müzekka Usta. Fakat işleri çok iyi gitmiyordu. Pazarlık yapıp Beytullah Usta’ya maaş yerine büfenin gelirini vermeyi teklif etti:

“Pazarlık neticesinde makinistlik ücreti olarak büfenin işletmesini üstlendim. Ben de Şefik'i yanıma aldım. Filmi hazırlayıp Şefik'e veriyor, ben de büfeye iniyordum. Film oynarken dört tane gazoz alıyordum yanıma, seyircilerin arasında emekleyerek gazoz satıyordum. Orada çok para yaptım böyle. Zaten o parayla da askere gittim.”

TLR makine_PNG.png

Müzekka Odacıoğlu

Fotoğraflar: Ayla Odacıoğlu aile albümü

Şehir Sineması'nda gösterime giren Tarkan-Gümüş Eyer filminin afişi. 1971
TLR makine_PNG.png

Şehir Sineması'nda gösterime giren Tarkan-Gümüş Eyer filminin afişi. 1971 Kaynak: GGFB

Şehir Sineması’nın bir başka çalışanı da Halit Zorel’di. 6 yıl boyunca kapıda bilet kesen, içeride gazoz satan Halit Zorel’in gözü aslında makine dairesindeydi. Bu hedefine bir süre sonra sinemayı Müzekka Usta’dan devralacak Beytullah Usta’nın işletmeciliği döneminde ulaşacaktı. Makinistliğin çok önemli ve prestijli bir iş olduğu o yıllarda henüz makine dairesine terfi etmemiş olan Halit Zorel, elinde bir fener ile seyircilerin numaralı koltuklarını bulmalarına yardım ediyor, güzel bahşiş topluyordu. Bir gün yine seyircileri yerlerine yerleştirmişti ve hep birlikte filmin başlamasını bekliyorlardı. Fakat heyecanla beklenen film bir türlü başlamıyordu. Halit Bey o günü şöyle anlatıyor:

“Orhan Gencebay'ın bir filmi vardı, onu ilk kez oynatacağız Bergama'da, Müzekka Abi’nin zamanında. Reklâmları yapılmıştı, o günün ve ertesi günün dört seans biletini kesmiştik. Şehir Sineması'nda ilk 19.15 seansında oynatacaktık ve tıklım tıklım doluydu içerisi. Fakat Ayvalık’tan gelecek film gelmedi! Film yok! Millet o sinirle balkonda, aşağıda, bütün sinemada bir tek sağlam sandalye bırakmadı. Allak bullak ettiler sinemayı. Sonra ne zaman geldi film? Bir sonraki seansa, 21.15'e yetiştirdiler. Öyle bir Orhan Gencebay müptelalığı vardı o zamanlar. Biraz siyasi yönü de vardı Bergama'nın. Ferdi Tayfur filmine gelenler sağcı olarak görülürdü. Orhan Gencebay'ın filmine de solcular gelirdi. Öyle bir durum vardı. Kime müdahale edeceksin? İki kişi, üç kişi, beş kişi olsa müdahale et ama içeride hiç yoksa 500 kişi var.

Ferdi Tayfur, Aytaç Arman filmleri de kapalı gişe oynardı. Aytaç Arman'ın Oğlum Osman diye bir filmi geldi, bir hafta gece gündüz hep full çekti. Fatma

Belgen ile beraber… Ona da yaşlı teyzeler gelirdi. Çıkarken ‘Yarım hacı olarak çıktık.’ derlerdi. Kendilerini filme o kadar veriyorlardı ki... O zamanların duyguları farklı, şimdiki duygular farklı... Müslümanlığın yayılışı ve Türkiye'deki Müslümanlığı anlatan bir filmdi hatırladığım kadarıyla. Özellikle yaşlı insanlar kendilerini o kadar kaptırıyorlardı ki ağlaya ağlaya dışarı çıkanları biliyorum. Sinemanın içerisinde tenceresiyle gelip akşam yemeği için patlıcan, patates doğrayanları biliyorum! Gerçekten! Çok vardı böyle, gözümle çok şahit oldum böyle şeylere. Kadının eşinin gelip bağıra çağıra kadını sinemadan çıkardığını bilirim. Sinemada film oynarken hem de... Biz filmlerin önüne sonraki filmlerin reklâmını koyardık. Biraz uzardı o yüzden filmler. Dört buçukta bitecek filmin bitmesi bazen beşi buluyordu. Adam kapının önünde beklerdi çocuklarıyla beraber.”

Hatice Simit de mahkemede sonlanan bir karı koca çatışmasını hatırlıyor:

“Sinemada yaprak sardığımız arkadaşımızın akşam kocası eve gelmiş. Sinemadan geç çıktığımız için yemek de pişmemiş daha. Adam sarmayı sormuş. Pişmediğini öğrenince ona bir dayak atmış! Sonra boşandılar bunun üstüne.”

Oğlum Osman. 1973
TLR makine_PNG.png

Oğlum Osman

1973

DSLR makine_PNG.png

Yüksel Simit - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

1970’lerin seyirci hikâyelerini bir de Yüksel Simit’ten dinleyelim:

“O zamanların seyircisi devamlı filme tepki gösterirdi. Filmle konuşurlardı. Çok etkileniyorlardı. Devamlı yorum yapılırdı seyrederken. Yorum yorum yorum... Yorumlar da kendi aralarında bayağı yüksek sesle yapılırdı. Acaba ne olacak? Kavuşacaklar mı acaba? Mutlu son varsa herkesten müthiş bir alkış kopardı. Filmden çıkanlara bakardım da, sanki başka bir alemdelermiş gibi gelirdi. Yürüyor ama başka yerlerde kafası belli ki... Çocukların da tahta kılıç olurdu ellerinde. Hemen bizim ev de sinemanın sokağındaydı, biraz yokuştu böyle. Filmde arabayla ilgili bir şeyler gördüysek hemen gelirdik eve, rulmanlı arabalarımızı alır yokuştan aşağı salardık kendimizi. 100 metrelik yokuştan aşağı… Filmde gördüğümüz gibi.

Nerede sinema var, hayat oradaydı. Sinemanın olduğu muhitte kahvehaneler de kalabalık olur, herkes o muhitte oturmak isterdi. En önemli yerlerdi sinemalar o zaman için.

Burada güzel bir film oynuyorsa, köylerden bile bir minibüs, otobüs kiralar, olurlar 30-40 kişi, gelirlerdi buraya. Filme girer çıkar, tekrar dönerlerdi köye. Kozak civarındaki köylerde çok yaparlardı bunu.

Şehir Sineması gündüz seansından sonra boşaldığında hava güzelse hemen yakınındaki Havuzlu Park’a gidilirdi. Şimdiki adliyenin olduğu yerde, Zübeyde Hanım Okulu'nun önünde... Babam telaşlanırdı, ‘Bak 15 dakika sonra sinema dağılıyor, koş oraya!' derdi. Çerez arabasını hemen o tarafa götürürdüm ben de. Sinemadan çıkan herkes oraya, Havuzlu Park'a dolardı. Herkes yol kenarından masa, sandalye kapma yarışına girerdi. Çocuklar önceden koşturulup yer kaptırılırdı. Pazar yerinden gelenler de dahil bütün Bergama orada olurdu.”

İlk Kan/Rambo. 1982
TLR makine_PNG.png

İlk Kan/Rambo

1982

Maden Dağı. 1978
TLR makine_PNG.png

Maden Dağı

1978

Yüksel Simit, Şehir Sineması’nın işletmesinin Beytullah Usta tarafından alınıp Güven Sineması’na dönüştürüldüğü günlerde de çerez arabasıyla köşe başında satış yapmaya devam ediyordu:

“Güven Sineması, lökçülerin binası gibiydi. Yani deve damı gibiydi... Develerin konaklatıldığı yer yani. Güven de ona benzer bir yerdi. Eskinin Yıldız, şimdinin Şen Sineması'nın binası gibi eski bir binaydı. Şimdi hala yerinde olsa çok değerli olurdu tabii.

O sinemada bugüne kadar gördüğüm en kalabalık film Rambo'ydu. Nasıl kalabalıktı ama nasıl! Olmaz öyle bir şey! 10 gün filan full çekti. Bir de Rocky. Şarkıcıların filmleri de kalabalık olurdu. Ferdi Tayfur, Orhan Gencebay… İzzet Altınmeşe'nin Maden Dağı da full çekmişti.

Erkekler için dansöz grupları da gelirdi. Ayda bir kere mutlaka olurdu. Dansözler önce sahnede dans eder sonra aşağıya inip erkeklerin arasında dolaşıp para toplarlardı.”

Rocky. 1976
TLR makine_PNG.png

Rocky

1976

BeytullahUsta.jpg
palet_firca.jpg

Beytullah Usta, ceketini çıkartıp kolları sıvamış, Güven Sineması’nın beyaz perdesinin kenarlarındaki siyah çerçeveyi yeniliyor.

İllüstrasyon: Nermin Yağmur Erman, 2021

CUMHURİYET MEYDANI'NIN SON SİNEMASI: GÜVEN

Recep Usta’nın kurduğu Yeni Sinema, sonrasında Müzekka Usta tarafından Şehir Sineması’na, son olarak da Beytullah Özyıldız tarafından Güven Sineması’na dönüştürüldüğünde 70’li yılların sonuna yaklaşılıyordu. Hayatının en güzel yıllarını sinemalarda geçirdiğini söyleyen Beytullah Usta dönemin yakın tanıklarından biri olarak anlatıyor:

“Bizim şıhımız Ali İhsan Güngül’dü. Halk Eğitim’de eğitimci, babamın arkadaşı... Babam verem furyasında, erkenden göçtü. 6 yaşındaydım. Kendi başımıza ayakta durmamız, ekmeğimizi çıkarmamız gerekiyordu. Ali İhsan Abi ‘Madem bu sinema işlerine meraklısın senin önce ehliyet alman lazım.’ dedi bana. Bende de diploma yok. İlkokul diploması bile yok… 5. sınıfta bıraktık gittik okulu. Eee ne olacak? ‘Halk Eğitim’de imtihanlar var.’ dedi. Girdik… İmtihanda Atatürk’ün doğduğu günle öldüğü günü yazamadım. O sırada geldi, ‘Ulan hayvan! Karşında Atatürk büstü duruyor, karşına baksana, altındaki tarihleri de mi okuyamıyorsun?' Hemen yazdım, diplomayı aldım. Ali İhsan Abi aynı zamanda Çılgınlar Gençlik Orkestrası’nın şefliğini yapıyor. Bana da arkada bir yerde problemler çözdürüyor. Öğreneyim diye döverdi, tokatlardı. Bildiğin gibi değil… Ohm Kanunları, Kirchhoff Kanunları… Tam öğrenmek değil de biraz ezberdi bizim için ama adam soruyordu. Sorduğunda da yapmak zorundasın. Yapamadıkça dayak yiyorum. Allah bin kere razı olsun. Sinema makinesi ehliyeti imtihanına beni öyle hazırlamıştır. Bir yıl, iki yıl… Makine Mühendisleri Odası’nda, Ankara’da imtihana girdik sonra. Sertifikası durur hala evde.

Beytullah Özyıldız. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Beytullah Özyıldız-Bergama 2019 Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 02:57

Ehliyeti aldıktan sonra İzmir'de çalıştım bir süre ama oraya ayak uyduramadım. Kemeraltı'nda Oska Pasajı'nda bir sinema vardı, 5-6 ay çalıştım. Şan, Elhamra ve bir iki tane daha sinemanın mesul müdürüydüm. Ehliyetimle... Ehliyetin fotoğrafını asıyorlardı. Hani eczacıların yaptığı gibi. Ondan çok para alamasak da ufak tefek bir gelir oluyordu. Patronlar yılbaşlarında zarf içinde bir şeyler veriyordu. Orada gece hayatına dadandım. Baktım kazandığım da gidiyor. Kumara filan başladım. Para da var. Ben baş makinistim, yardımcılarım var. Ayarlıyorum, onlara bırakıp iniyorum aşağıya. Zaten pasajın içinde 50 tane dükkân var. Askerden evvel oluyor bunlar hepsi. 18-19 yaşlarındaydım. Sinemacılık çok revaçta o zaman. Sinema makinistliği çok para kazandırıyor. Bir pilot gibi bir şey. İzmir'de Kemeraltı'nda çalışırken, bir gün izinli olarak buraya Bergama’ya dönüyorum otobüsle; yanımda oturan adamla tanıştık. Sümerbank Fabrikası'nın müdürüymüş. Tanıştık, konuştuk, laf lafı açtı. Aldığımız maaşların birbirine çok yaklaşık olduğu çıktı ortaya. Düşünebiliyor musun? O kadar güzel para alıyorduk.

Bergama’da benim çalıştığım dönemde sinema sayısı 10’dan fazlaydı. Yazlık 8, kışlık 4 tane. Yıldız, Cumhuriyet, Güven, Kermes… Bunların dördü kışlık. Cavit Abi'nin Bahar Sineması… Nerede? Cumhuriyet Sineması’nın arkasında… Paşaoğlu Hanı’nın orada. Şen Sineması, iki… Şurada Ziraat Odası’nın olduğu yerde de bir sinema vardı. Melek Sineması… Bazen sahibi değişiyordu Ferah oluyordu adı, tekrar sahibi değişiyor Melek oluyordu. Sonra Cumhuriyet Sineması’nın yazlığı vardı Yahudi Mahallesi’nde… Pamukçu Okulu’nun karşısında. Cumhuriyet’in yazlığıydı. Ondan sonra Kermes Sineması’nın yazlığı vardı arka tarafında. Şu anki Teknosa’nın arkası… Beş… Güven Sineması’nın yazlığı vardı, altı. Bir de o zaman Şeytankırı denirdi, şimdiki Atatürk Mahallesi’nde bir tane, yedi. Güven’in karşısında Yeni Sinema vardı, sekiz… Bu sekizini anımsayabiliyorum.

“Gece film bitiyor, süpürgeciye para vereceğime, hayır kardeşim, çıkarıyordum ceketi, atıyordum bir duble rakıyı, kendim süpürüyordum. "

Ben Güven Sineması’nı çalıştırdım. Ama Yeni Sinema’da da, Şehir Sineması’nda da makinistlik yaptım. Ben askere gidince bizim patron battı. Geldiğimde iflas etmişti Müzekka Abi...

Ben her işe koşardım. Kafama takılınca içeri girip karanlıkta adam kafası sayıyordum. Gece film bitiyor, süpürgeciye para vereceğime, hayır kardeşim, çıkarıyordum ceketi, atıyordum bir duble rakıyı, kendim süpürüyordum. Gençlik var... Hiç boyacıya para vermedim. Kendim boyadım, badana yaptım. Halen sabah 6'da kalkarım. 7'ye kadar spor yaparım. Ondan sonra duşumu alıp mutfakta kahvaltıya oturum. Bunu otuz senedir, kırk senedir her gün yaparım.

Bu sinema mesleğinde ehliyet, makinistlik ehliyeti yüzünden askerde de makine mühendisi gibi muamele gördüm. Ağrı’da askerdim ben. Ağrı Belediyesi oraya bir sinema yaptı. Ama eleman bulamıyorlar. Tümen komutanına, 'Araştırın bakalım birliklerde var mı?' diyorlar. Araştırıyorlar, beni buluyorlar. Bir gün biz de içiyoruz atölyede. Bir baktık nizamiyeden tekmil sesi, hazır ol filan… Allah deyip yok ettik her şeyi. Elektrikçiydim orada. Pat pat pat geldi emir subayı. ‘Beytullah Özyıldız kim?' dedi. 'Eyvah!' dedim, annem de yaşlı, ‘Kaybettik.’ dedim içimden. ‘Seni komutan çağırıyor.’ dedi subay. ‘İçkili misin?' diye sordu, cevabı beklemeden ‘Ağzına karanfil at da gel.’ dedi. Gittik komutana: ‘Sen sinema makinesinden anlar mısın çocuğum?' dedi. ‘Anlarım efendim.’ dedim tekmilden sonra. ‘Bin arkadaki arabaya.’ dedi o da. Kokuyu almıştı herhalde… Gittik Ağrı’da sinema makinesi kurduk. Oradan Erzincan duymuş, oraya çağırdılar. Erzincan’da kurdum. Belediye sineması… Bayağı da para kazandım. Cebime harçlık koyuyorlardı gittiğim yerde. Aslında iki günlük iş ama biz 10-15 gün eğleniyorduk.

Beytullah Özyıldız. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Beytullah Özyıldız -Bergama 2019

Fotoğraf: Yücel Tunca

Askerdeki arkadaşlarımdan biri İzmir’deki Deniz Film’in sahibinin oğluydu. Güven Sineması’nı çalıştırmaya başladığımda onun sayesinde bazı ünlü filmleri büyük sinemalarla beraber girdim gösterime. O sayede mesela Yeni Asır gazetesinde İzmir’in sinemaları yazılırken Güven Sineması’nın gösterdiği filmler de yazılırdı. Güven Sineması büyük sinemaydı. 214 kişi balkon, 455 kişi salon… Aşağıda da beş tane locası vardı.”

DSLR makine_PNG.png

Ayşen Ermiş - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 01:49

Bergamalı Ayşen Ermiş, annesi sayesinde Güven Sineması’nın en genç müdavimlerinden biri olmuştu:

“Akşamları ailecek yazlık Şen Sineması’na, gündüzleri de annem ve arkadaşlarıyla Güven Sineması'na giderdik. Kadın kadına toplanırlardı; gündüzleri kadın matinesi vardı, beni de yanlarına alıp ona giderlerdi.

Güven Sineması'nda localar vardı. Değişiklik oluyordu oraya gitmek. Başka bir değişiklik de yoktu ki Bergama'da. En fazla kadınlar bir araya gelip araba tutar, Dikili'ye, Makaron'a giderlerdi. Ama en çok sinemaya gidilirdi. Başka da hiçbir şey yoktu. O yüzden sinemaya gitmek hoşumuza gidiyordu. Annemler bazen locada, bazen salonda otururlardı. Nerede yer buluyorlarsa orada, her halde.

Sonraki yıllarda hiç gitmedim sinemaya. Ta ki buraya kültür merkezi açılıncaya kadar. Oraya eşim ve çocuklarımla, ailecek iki kere gittik. Bir defasında Ata Demirer'in bir filmini izledik. Çok keyifliydi. Eyvah Eyvah filmiydi galiba. Çok güldük filmde. 'Ah! Daha önce de gelseydik keşke.' dedik. Güzel bir gün geçirmiştik.”

Eyvah Eyvah. 2010
TLR makine_PNG.png

Eyvah Eyvah

2010

1970'LERİN SİYASİ KARŞITLIKLARI BERGAMA SİNEMALARINA YANSIYOR

“(...) 'Sağcılar, MHP'liler adamı dağa kaldırıyor.' dediler. 'Beni kim kaldıracak?' dedim, 'İsmail Kurşun mu kaldıracak? Ver bana filmi!' Aldım filmi koydum. Bergama'da ne solcu varmış o zaman ya! 5 gün 5 gece full çekti sinema!"

12 Mart 1971’de Türkiye’nin ikinci askeri darbesi olmuş, bundan bir yıl sonra Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, 27 Mayıs 1960 askeri darbesi sonucu yapılan idamların karşılığı olarak idam edilmişlerdi. On yıl arayla farklı darbeciler tarafından işlenen bu siyasi cinayetler, 1974 Kıbrıs Askeri Harekatı’ndan sonraki dönemde, özellikle 1977’den itibaren tırmanacak şiddetin fitilini de ateşleyecekti.

1974 yılındaki kısa süreli CHP-MSP koalisyonu ABD ambargosunun yarattığı ekonomik sorunlarla baş edemeyip yılın sonlarına doğru görevi partilerüstü Sadi Irmak Hükümeti’ne devretti. Bu 38. TC Hükümeti sonrasında 1975-1980 yılları arasındaki dönemde beş ayrı hükümet görev yaptı. Türkiye, yaşayacağı üçüncü askeri darbeye doğru sürüklenirken 1970’lerin sonlarında siyasal şiddet tırmandı. 1977 yılında siyasi çatışma ve saldırılarda 230, 1979 yılında ise bin 200 ile bin 500 arasında insan; 1978 yılında Sivas ve Kahramanmaraş’ta ve 1980 yılında Çorum’da Alevilere yönelik saldırılarda da 200’e yakın insan katledildi. 13 ilde sıkıyönetim başladı. 43. Hükümetin Başbakanı Süleyman Demirel’in müsteşarlarından Turgut Özal’ın hazırladığı 24 Ocak Kararları 1980 yılının ilk ayında yürürlüğe konularak serbest piyasa ekonomisine geçildi. Bu sert ekonomik değişimin toplumsal tepkisini ortadan kaldırmak için, siyasi şiddeti bastırma bahanesiyle 12 Eylül 1980’de üçüncü askeri darbe gerçekleştirildi ve askeri cunta, etkileri günümüze kadar devam eden uygulamalar ve anayasa değişiklikleriyle Türkiye’de uygulamaya konulacak neoliberal politikaların yolunu açtı. Darbe döneminde 650 bin kişi gözaltına alındı, 230 bin kişi çeşitli suçlamalarla askeri mahkemelerde yargılandı. Bunlardan 517’sine idam cezası verildi ve 15 insan idam edildi. 14 bin kişinin vatandaşlıktan çıkarıldığı; 300 kişinin ölüm sebebinin aydınlatılamadığı; 800 kişinin kaybolduğu; sinema alanındaki örgütlenmeler de dahil 23 binden fazla dernek ve örgütün faaliyetlerinin durdurulduğu bu dönem yakın zamana kadar ülkenin yaşadığı en karanlık yıllar olarak kabul edildi.

Türkiye’nin içinden geçtiği bu acılı ve karanlık süreçte Bergama’daki Güven Sineması’nı işletmeye devam eden Beytullah Usta o günlerin kente ve sinemalara yansıyan olaylarını şöyle anlatıyor:

“Sağ-sol kavgasının olduğu yıllarda sağcıları sağa, solcuları sola, tarafsızları ortaya oturturdum. Birbirlerine uzak olurlardı. Biz her iki tarafa da yakındık. Aletleri getirir makine dairesine bırakırlardı polis, jandarma baskınına karşı… Sağdakiler de, soldakiler de hepsi bizim insanlarımızdı.

Çok zor bir dönemde sinemacılık yaptık. Afyon’da bir sinemacıyı dağa kaldırmışlardı o günlerde. Cüneyt Arkın’ın İstasyon diye bir filmini oynatmış, sol içerikli bir film. Ben de seyrettim, pek sol gibi gelmedi bana ama adamı kaldırmışlar! ‘O filmi bana da yazın!' dedim. Orada oturan sinemacılar bana şöyle bir baktılar: ‘Sende de mangal gibi yürek varmış.’ dediler. ‘Niye?' diye sordum. ‘Sağcılar, MHP’liler adamı dağa kaldırıyor.’ dediler. ‘Beni kim kaldıracak?' dedim, ‘İsmail Kurşun mu kaldıracak? Ver bana filmi!' Aldım filmi koydum. Bergama’da ne solcu varmış o zaman ya! 5 gün 5 gece full çekti sinema! Para kazanıyorum. Filmi almak ise ufak bir para. Solcular geliyor da geliyor! Sağcıların filmlerinden koyuyorum, galeyana geliyorlar, içeride pompalılar patlıyor. Kışlıkta ‘Ulan patlatmayın, tavanları deliyorsunuz!' diyordum. O zamanlar öyleydi, ortam öyleydi.

Bir vakit Park Otel’in karşısında Selahattin Karhanlar’ın apartmanında oturuyordum. Hangi kesime benim salonu vermediysem artık... Şimdi hatırlamıyorum. Eve geldim, sokakta bir kalabalık var. Benim de bir Şahin’im var o zaman. Hayır hayır, Anadol! Arabanın altına bir kutu koymuşlar, kola kutusu… Üstünde bant mant gibi bir şeyler var. Dediler ‘Montlu birisi geldi, onu oraya koydu.’ Kapının altından da bir pusula atmış: ‘Seni iyi günler beklemiyor!' yazıyor. Kafam yüksek tabii o zaman. Hemen oradan bir çubuk buldum. Bir vurdum çomakla kutuya. Bangır bangır gitti, içinden hiçbir şey çıkmadı. Sonra doğru gittim Arif Altay’a. ‘Bak!' dedim ‘Yaptığınız yanlış. Ben ekmek parasının peşinden koşuyorum.’ O da, ‘Abi bizim seninle işimiz yok. Bizim işimiz zenginlerle.’ dedi.

Konserler de yapılırdı sinemada. Sağcılar ayrı getirirdi, solcular ayrı… Dev-Genç Selda Bağcan’ı getiriyor, sağcılar, MHP’liler rahmetli Müslüm’ü getiriyor… Fakat inanır mısın solcularda o kadar düzen vardı ki… Konserde hareketler olur, sandalyeler kırılır… Tahta sandalyeler vardı zaten. Açık havada olurdu konserler. Adamlarda hemen iki marangoz hazırdı. Konser bitti mi hemen salonu süpürür, kırılanları çakar, düzeltirlerdi. Bizim Müslüm bir geldi, herkes jilet atıyor, sandalyeler kırık… Öylece bırakırlar. Ertesi gün gider peşine düşersin kim düzenlediyse konseri. ‘Bul bir marangoz, yaptır, faturayı bana yolla.’ derdi Arnavut İsmail. Ben de çakardım kırıkları, bir fatura bulur götürürdüm derneğe."

İstasyon. 1977
TLR makine_PNG.png

İstasyon

1977

BEYTULLAH USTA SİNEMA İŞİNİN İNCELİKLERİNİ ANLATIYOR

Beytullah Usta, sinema işinin inceliklerini, özel dengeleri anlatmaya devam ediyor:

"80’lerde Rambo filmi büyük gişe yapmıştı. Bir de Süpermen filmi. Rambo, 7 gün 7 gece doldu taştı. Zaten daha bir gün evvelden biletler bitiyordu. Benim yeni yetiştiğim zamanlarda Avare vardı, bir de Anjelik serisi… 60’larda… Anjelik 1, Anjelik 2… Bir de Doktor Jivago… Bak 40 sene olmuştur, ben hala o filmin tesirindeyim. Geçen kanalların birinde oynadı, üç gün ışıkları kapatıp seyrettim tekrar. Malkoçoğlu, Tarkan gibi filmler bana yavan gelirdi. Çocuklar seyrederdi daha çok. Bir de MHP kökenli arkadaşlar… Onların genç takımları… Sonra bir ara yeni kuşak yerli film furyası çıktı. O zaman da doldu taştı salonlar.

Malkoçoğlu. 1966
TLR makine_PNG.png

Malkoçoğlu

1966

Superman. 1976
TLR makine_PNG.png

Superman

1976

Tarkan.1969
TLR makine_PNG.png

Tarkan

1969

Anjelik. 1964
TLR makine_PNG.png

Anjelik

1964

Filmleri, dağıtımcının yaptığı listeler üzerinden alırdık. Bir yıllık liste... Afişlerine, fotoğraflarına bakar o listeden "Şunu şunu şunu alacağız." derdik. Onlar da derlerdi ki "Bunlar bu para, bunlar bu para..." Her biri için bir değer var. Topluyorsun kaç para ettiğini, oturup sözleşme imzalıyorsun. Kazandıkça ödüyorsun. Ödeyemezsen icraya veremiyor, haciz getiremiyor ama başka film vermeme hakkı var. Böyle anlaşıyorduk. Bir kartonu vardı şöyle... Hangi tarihlerde hangisini vereceğini yazıyordu. O dönemde ben aynı zamanda şimdiki gibi elektrikçilik yapıyordum. Sinemadan bir beklentim yok. O zaman elektrik işlerinde veresiye çok. Vadeler uzun. Biz sinemadan peşin para topluyorduk. O parayı alıp elektrikçilikte kullanıyorduk. Spotçuluk yapıyorduk. Sinemadan kazandığımızı burada değerlendiriyorduk. Mesela araba aldım sattım, arsa aldım sattım. Ben oralardan para kazandım. Gidip bir kamyon buzdolabı alıyordum, sonra yine kamyonla satıyordum. Sinemadan aldığımız nakitlerle döndürüyorduk bu işi. Bankadan alsan faizler yüksek…

Rekabet de vardı tabii sinemacılık işinde. Ben bilinçli sinemacılık yaptım. Mesela nisan ile haziran arasında tütün ekimi vardır. İş olmaz, çünkü herkes tarlada... Çocuk filmleri koyarsın. Temmuz, ağustosta diyelim zenginler deniz kenarına göçüyor, fakirler tarlada, kimseler yok… O zamanlar ikinci vizyon film oynatırsın. Eylülden sonra başlar sezon, gidersin sinemacıya, listeyle film alırsın. Listeden bunları "Bunları bunları oynatmam." dersin. 30 tane film içine 5 tane sıradan film koyar. Onları istemezdim, benim günümü öldürmesin diye. Ben icarcı adamım. ‘Bunların parasını vereyim, al ötekiler senin olsun.’ derdim. ‘Bunları almayacağım, sen bana diğerlerinin afişlerinden beşer, onar fazla ver.’ O yüzden ölü günüm pek yoktu.

Listeden istediğin filmi seçmek için çok büyük sinemacı olman gerekirdi. İzmir'de Basmane'de sineman var ise, yahut Hatay'da, o nazı yaparsın, seçersin. Biz yapamazdık, bizi dinlemezlerdi. Film makinelerinin tamirinden anladığım için benim biraz nüfusum vardı ama İzmir'de. O yüzden zaman zaman vizyon filmi getirebilirdim.

Bir gün İzmir’de bir sinemadan çağırdılar, Elhamra’ydı galiba. İki makine var. Birine geçince ses tiz oluyor, ötekine geçince bas oluyor. ‘Ben yaparım ama şu parayı alırım.’ dedim ‘Tamam’ dediler. Ne gün oynamıyor sinema? 10 Kasım… Gittik. Söktük. Ölçüleri kumpasla, Ali İhsan Abi’nin bana öğrettiği gibi getirdim ayar noktasına. Yaparken de içeriye kimseyi sokmadım. Büyük para aldım. Yok çünkü, başka yapamıyor kimse. Makineci Ali, makineci Hüseyin… Yok, bulamıyorlar yapacak kimseyi. İşin püf noktası işte. Ondan sonra isim yaptım ben. Beytullah Usta gelsin, Beytullah Usta gitsin… İzmirli sinemacıların lüks ofisleri var. Adamlara çay geliyor, böyle peçeteler üçgen katlanmış yanında… Ben öyle şey mi görmüşüm o zamana kadar? Taşranın çocuğuyum. ‘Çık bak bakalım usta makinelere.’ diyorlardı. Çıkıp bakıyordum. Bazı dişlileri yanımda taşıdığım tel fırçayla temizlerdim, makinenin film geçiş sesi bile değişirdi. ‘Usta,’ derlerdi, ‘senin inip çıktığın belli oluyor.' Ben de işletmecilik yapmaya başlayınca bu adamlardan bu yüzden büyük tolerans gördüm. Mesela Rambo’yu İzmir, Balıkesir, Bursa ile aynı zamanda Bergama'da oynattım. Düşünebiliyor musun?

Orada onarım yapmışım, bakım yapmışım, bunu yeri gelmiş bayramda yapmışım, yeri gelmiş para almadan yapmışım... O yüzden onlar da jest yapıyorlardı. Kopyalar maliyetliydi. Ama işte anlattım, Rambo filmi... Çevre şehirlerle aynı anda benim Güven Sineması'nda gösterime girdi. Balıkesir'de otobüs tutmuşlar, ‘Yarına yer var mı?' dediler. Balıkesir'deki sinema bir hafta sonrasına kadar dolu. Ben de ‘Kaç kişisiniz?' dedim. ‘50 kişi.’ dediler. ‘Yarına yer yok, öbür güne var.’ deyince parayı hemen postaneden yolladılar. Otobüsle, 50 kişi, Balıkesir'in kalburüstü insanları Rambo'yu izlemek için Bergama’ya geldi! ‘Sen olmasaydın,’ dediler ‘biz Manisa'ya gidecektik izlemeye.’ Yedi günlüğüne almıştım filmi, yedinci gün dağıtımcıyı aradım, ‘Ben yollamıyorum filmi.’ dedim. ‘Olmaz öyle iş!', dediler. İki tane adam Mercedes ile geldi sinemaya. ‘Biz Deniz Filmcilik’ten geliyoruz. Seanstan sonra filmi alacağız.’ dediler. Seanstan sonra filmi hazırladık, kâğıt imzalayıp teslim ettik. Aradım, 'Neden böyle bir şey yaptınız?' diye. ‘Yollamayacağım dedin, biz de telefonda bir şey diyemedik, o yüzden emri vaki yaptık.’ dediler.

Bir de taşımalı film kullanırdık. Ayvalık, Kınık, Soma sinemaları ile değişimli oynardık. Film bana gelir, ben gösterir arabayla onlara gönderirdim. Filmi taşımalı alırsan alış parası azalırdı. Çünkü iki sinemadan birden para alır daha çok para kazanırdı film şirketi. Çift film koyardık. Bir film burada oynarken öbür film Kınık'ta oynardı. Benim işim varsa Deveci Hüseyin'den gidip almasını isterdik, atlar arabaya alır getirirdi.

Sonradan teknoloji gelişti. Kopyaların seslendirmesi özellikle pahalıydı. Sonra sesleri de kopyaların üstüne basmaya başladılar. Ondan sonra kalktı taşımalı iş. Seksenlerden önce kopyalar, afişler, fotoğraflar çok pahalıydı. Filmcinin sana verdiği fotoğrafları tertemiz geri verirsen senden kralı olmazdı. Ben fotoğrafları fuayede raptiye ile ama kaliteli raptiye ile tuttururdum. Bozmasın fotoyu diye... Afişleri geri toplatırdım.  Temizleyip sandalyelerin, koltukların üstüne atar kuruturdum. Sonra katlayıp yollardım. O yüzden başkasına 30 afiş verirlerken, bana 50 tane verirlerdi. Film şirketinin depocusuna avanta verirdik afiş almak için. Filmlerin iki türlü afişi vardı. Ön planda görünen artistler değişik olurdu. Ben ikisinden de isterdim. Depocu listeye bakar, ‘Sana bir tanesini yazmışlar.’ derdi ama Bergama'dan tereyağı veya iki kilo bal götürür gönül alırsan, ikisinden de verirdi.

Avare. 1951
TLR makine_PNG.png

Avare

1951

“Ondan sonra isim yaptım ben. Beytullah Usta gelsin, Beytullah Usta gitsin... İzmirli sinemacıların lüks ofisleri var. Adamlara çay geliyor, böyle peçeteler üçgen katlanmış yanında. Ben öyle şey mi görmüşüm o zamana kadar? Taşranın çocuğuyum."

Uzun yıllar kullanılıp Şen Sineması'nın deposuna  kaldırılan sinema makinesi. F: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Uzun yıllar kullanıldıktan sonra Şen Sineması'nın deposuna kaldırılan emektar sinema makinelerinden biri. Fotoğraf: Yücel Tunca

“1990'lardan sonra ampullü makineleri kullanmaya başladık. Gerçi İstanbul'da falan 80'lerin ikinci yarısında vardı o ampullü makineler. İstanbul'a gittiğimde o makinelerde oynatılan filmleri mutlaka seyrederdim. Hastalık işte!"

Sinema işinde tekniği bilmek çok önemli. Mesela benim burada bir iş geldi başıma, Philips makinede. (Bolşevik Cavid Bey’in satın alıp Bergama’ya getirdiği makine.–YT) O makine ki işi öğrendiğim makinedir. Cumhuriyet Sineması’nda 45 sene çalışmış, hiç arıza yapmamış. Ondan sonra da 16 sene ben iş yaptım. Sinemacı Feyyaz Abi’den 110 bin liraya aldığımda o zaman bir daire parasıydı. Ayda 10 bin lira 10 bin lira taksitle aldım. Benim sinemayı kapatmadan evvel deli bir para teklif ettiler İzmir’den. Fakat satmadım. Sinema yıkılınca onu bir depoya kaldırdım. Oradan hurdacılar çalmış gitmişler. O kadar çok üzüldüm ki ona… Neyse şuna geleceğim… Benim Philips’te ses boğuk boğuk çıkıyor. Geldi Ali İhsan Abi. Gece! ‘Kimse görmesin beni, tamir edeceğimi.’ dedi. Filmle merceğin mesafe ayarı kaçmış. Kimse bilmiyor. Bu işin püf noktasıdır bunlar yani. ‘Bak bizim oğlan!' dedi, ‘Ben buna bir ayar yapacağım, sen de bunu kıymet bilecek birine öğreteceksin sonra.’ dedi. Açtı kapağını. Orada tırtıklı bir yer var. İleri geri, inceltiyor kalınlaştırıyor. Tizler baslar… Onu bana gösterdi. Ayar yaptı, kapattı. Gece 12’den sonra!

Eski bobinli sinema makineleri ile uğraşmak çok zor bir işti. Bunlarda iki çubuk vardır, elektrot gibi bir şey. İçinde kömür vardır ama üzeri bakır kaplıdır. Arkada da ayna var, filmin arkasından bu diyotlar yanıp ışık yapınca görüntü perdeye yansırdı. Tam ortaya getirmen lazımdı ışığı yoksa perdenin bir tarafı karanlık kalırdı. Projeksiyondan saniyede 24 kare geçince film, görüntü hareketleniyor. Işığı filmin merkezine oturtmak için perdeden bakarsın. Yoksa diyotların ışığına gözünle bakamazsın. Bizim gözlerimiz de o yüzden çok sağlıklı değildir. 16-17 sene çalıştım o makinelerle. Hele İzmir’de, bir seneye yakın çalıştım, mahvoldum. 1990’lardan sonra ampullü makineleri kullanmaya başladık. Gerçi İstanbul’da falan 80’lerin ikinci yarısında vardı o ampullü makineler. İstanbul’a gittiğimde o makinelerde oynatılan filmleri mutlaka seyrederdim. Hastalık işte!

En güzel yıllarım sinemada geçti. En güzel bayramlarım… Sabah 9.15’te başlardık seanslara. Çocuk seansı. Ya kovboy filmi ya Kemal Sunal… Kemal Sunal filmi bulursan bayramda büyük para kazanırsın. Çok bereketli bir adamdı, çok ekmeğini yedim rahmetlinin.

İşlerin iyi gitmediği 70’lerin sonlarında baktım sinema zarara gidiyor… Seks filmleri ise son çarelerden biriydi artık. Ben de gösterdim o dönem. Videonun etkisi geçene kadar nereden baksan 10 sene gösterdik. Oynattım ben de yani. Ya da kapatacaksın… İçeride 5-6 kişi çalışıyor. Önce ayıbıma gitti. Fakat sonra baktık bunda para var, doluyor sinema. 10 senenin sonunda bunları göstermeyi bırakınca bir sene boyunca o imajı yıkmaya uğraştık. Aile girmiyor tekrar. Fakat ben hiç aşikâr seks filmi oynatmadım. Erotik filmler gösterdim daha çok. Benim gösterdiklerimi modern aileler de gelip seyredebiliyordu yani. Araya parçalar filan koymuyordum. Ama mesela sansür çıkarmışsa bazı sahneleri ben o kısımları İstanbul’dan bulup koyuyordum yerine. Filmin bir ucunu temizlersin, altındaki filmi kazırsın, beyazı çıkar. Çok kazımayacaksın ama… Asetonu, fırçası vardır, onunla sürersin. Öbür ucunu üstüne koyarsın, saniyesinde yapışır. İki-üç saniyede donar hemen. Filmi geri gönderirken de o kısımları tekrar söker çıkartırdık.

Şen Sineması'nın deposundaki film bobinleri. Fotoğraf: Yücel Tunca
Şen Sineması'nın deposundaki film bobinleri. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Şen Sineması'nın deposundaki film bobinleri. (Üstte ve sağda)

Fotoğraf: Yücel Tunca

Sinemalar o yıllarda öyle ayakta kaldı. Tabii bir de düğünler… Boş günlerimizde, haftada bir iki gün düğünlere veriyorduk. Merkezi bir yerdeydi bizim Güven Sineması. İyi de bir paraya veriyorduk. Örneğin ben sinemanın kirasını, personel masrafını düğünlerden çıkartıyordum. Sinemadan kalırsa da bana kalıyordu. Özellikle yaz aylarındaki ölü günlerde verirdik salonu düğünlere. Orkestracıya ‘Bize düğün getir, on lirası senin.’ derdik. Bazı arkadaşlar ezbere yaptı bu işi. Ben öyle değil! Para kazandım. Bergama’da bu işlerden para kazananlardan birisi benim. İkincisini bilmiyorum, yok!

TLR makine_PNG.png

Ago Fayik'in Güven Sineması'ndaki düğünü. 1978

Fotoğraf: Mehmet Tokbay aile albümünden

Son zamanlarda sinema işinden zarar ediyorduk. Gelen giden çok azalmıştı. Filmler pahalanmış, dövizler yükselmişti. Bir gün kızdım, ‘Toplayın tabelaları sokaklardan!' dedim. Müşteri bekleyeceğime üç kişi, beş kişi, kapatırım daha iyi... O gece bir toplattım, öylece bıraktım işi. Kapıda adam bekliyorsun... Para kazanmayı geçtim, ölmesin bu iş, açılır bu iş... Sabredelim... Zararı göze aldık. Düğünler sayesinde zarar etmiyorduk, kongreler, tiyatrolar filan ama... Sinemacılığı ayakta tutalım diye uğraştık. Bizim gücümüz ona yetmedi. Sinemayı kapattım, bir süre tamamen düğün salonu yaptım. 1992’de de sinema binası Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi için istimlak edildi. Ondan sonra da başka sinemayı düşünmedim.”

Güven Sineması'nın yer aldığı Saray Sokak girişi. 90'ların başı.  Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi
TLR makine_PNG.png

Güven Sineması'nın yer aldığı Saray Sokak girişi. 90'ların başı.

Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi

Yazlık Güven Sineması (sağda perdesi görülüyor). 1990'ların ilk yarısı. Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi
TLR makine_PNG.png

İstimlakın başladığı günlerde yazlık Güven Sineması (sağda perdesi görülebiliyor). 1990'ların ilk yarısı

Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi

Güven Sineması ve diğer yapılar yıkıldıktan sonra başlayan Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi. 1994-96  Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi
TLR makine_PNG.png

Güven Sineması ve diğer yapılar yıkıldıktan sonra başlayan Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi. 1994-96

Fotoğraf: SALT Araştırma, Cengiz Bektaş Arşivi

FARKLI HAFIZALARDAN GÜVEN SİNEMASI

Beytullah Usta’nın samimiyetle anlattığı Güven Sineması’nın hikâyesine içeriden bakan başka sinema emektarları da var kuşkusuz. Bilge Aslanboğa, Güven Sineması’nda makinistlik yapan dayısı Yılmaz Asık’ın oğlunun ayrılması üzerine onun yerine çalışmaya başladığını anlatıyor:

“Tarık işi bırakmıştı. Babasıyla anlaşamıyorlardı pek. Ben de macera olsun diye kalktım gittim. Ayhan (Asık) dayımdan öğrenmiştim işi. Gerçi kendileri öğretmiyorlardı da ben izleyerek öğreniyordum. Ayhan dayı arkasını dönüyordu bobin sararken, hemen öğrenmeyeyim diye. Ama takip ettim. O gidince ben depoda filmleri yapıştırırdım... İzmir'den zaten ben alıyordum filmleri. İzmir'deki şirketler de öyle bir film gönderiyorlardı ki kopuk kopuk... Yapıştırmadan çalıştırırsan film her dakika kopuyordu. Millet de isyan ediyordu. Benim Güven Sineması’na geldiğim zamanda müşteri bitmek üzereydi artık. 10 kişi, 20 kişi... Gelen sayısı çok gözüksün diye sinemanın yarısını kullanmıyordum. Cep sinemaları gibi yani... Ben böyle çalıştırdım. Olursa olacak, olmazsa olmayacak diyerek. Olmazsa gene kışlık Şen Sineması’na geri gelirdim yani. Bilezikleri de bozdurmuştuk, geri dönüşü yoktu. Buradan aldığımı orada sıvazlayınca hemen gözümü açtım. Bir sene kadar çalıştırdım. İş yaptım yani. Sonra dayım Yılmaz Asık devam etti sinemanın son zamanında. Ben babam çağırınca İzmir'e gittim.

Filmler çok pahalıydı. Zor çıkıyordu çorba paramız. Arabesk filmler vardı o dönem. Ceylan filan... Ben bir Cüneyt Arkın koyuyordum iş yapıyordu. Hayret edersin. Gözlüklü bir filmi vardı, onu koydum mesela. Epey iş yaptı. Yılmaz Güney'in afişini koydum, hiç iş yapmadı o. Filmi de almamıştım zaten. Öyle koydum afişi, bakalım soran eden olacak mı, diye...

Valla Cüneyt Arkın iş yapıyordu. Ben iki film koyacaktım. Biri sanat, öteki erotik... Sanat filmi için belediyeye anons verdim: ‘Güven Sineması'nda şu film, falan filan’... Baktım erotik iş yapmıyor, normal Ceylan filmi de iş yapmadı. Cüneyt Arkın'ı koydum ardından iki gün sonra... Bir hafta oynadı valla. Başka iki üç film de vardı yedek yanımda. Şirketten almıştım, iş yapmazsa onları koyarım diye. Diğerlerini oynamama gerek kalmadı, Cüneyt Arkın iyi iş yaptı. O adamın hakkını yiyorlar. Yaşayan efsane aslında... Atın üstünde kolay mı o hareketler?

Filmler ikinci, üçüncü vizyon olunca 50 liraya da oluyordu, 100 liraya da alabiliyordun yani. Vizyon filmler de 200 lira falan oluyordu. Yeni moda filmler çok daha pahalıydı. En az 500 lira... 1000 lira bile isteyen oluyordu. Yeni çıkmış on film için anlaşıyorsun şirketle. Veriyorsun biraz para, o sana sırayla gönderiyor filmleri. Neyi gönderecekse... Öyle öyle idare ediyorduk.

Askerin de son zamanlarıydı Bergama'da. Kışla kalktı... Ben öyle kötü bir zamana denk geldim yani. Ama biraz idare ettim. Kapalı kısmını hem kış hem yaz aylarında çalıştırdım. Düğünlere de veriyorduk sinemayı. O kurtarıyordu bizi. Düğünler Güven Sineması'nın yazlık kısmında olurdu daha çok.

“Yılmaz Güney'in afişini koydum, hiç iş yapmadı o. Filmi de almamıştım zaten. Öyle koydum afişi, bakalım soran eden olacak mı, diye."

Sarı çizgi ile işaretli alan, Güven Sineması'nın yerini gösteriyor.
TLR makine_PNG.png

Kartpostaldaki sarı çizgi ile işaretli alan, Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi öncesinde Güven Sineması'nın yerini gösteriyor. Kaynak: GGFB-İbrahim Baytak paylaşımı

Şimdi para bulamıyoruz, işler kötü. Keşke bu uydular filan bozulsa da, insanlar sinemalara dönse. Sinemayı böyle böyle bitirdiler. Filmler artık tek bir yerden uydu aracılığıyla gönderiliyor. Adam parayı bastırıyor, sinema sahibi yani... Bastırmazsan film de gelmiyor. Eskiden şirketlere gidiyordun. Basmane'de bir dolu şirket vardı. Bakkal dükkânları gibi yan yana. ‘Hayırlı işler!' deyip giriyordun. Hemen yan kapıda da başka bir şirket vardı. Seçiyordun filmleri şöyle afişlere bakıp. Kimine buradan Bergama peyniri götürüyordum. Adam bana iki tane film veriyordu. Başkaları ağlıyordu işler kötü, diye. Şirket sahibi soruyordu bana ‘İşler nasıl?', diye... ‘Çok iyi abi!', diyordum, ‘Bak sana peynir getirdim.’ ‘Allah allah! Bu çocuk işe yeni başladı, bu memnun, siz değilsiniz. Tamam oğlum, seç istediğin filmi.’ diyordu. Tunç Film'in sahibi mesela bu anlattığım. İyi bir adamdı. Herhalde Alaşehir taraflarında onun da sinemaları vardı. İki üç tane sineması vardı diye biliyorum. Tok satıcıydı. Filmleri pahalıydı. Kendi sinemalarında oynatıyor ya ihtiyacı yok...

“O zaman serbestti zaten. Her tarafta oynuyordu. Aydemir Akbaş bile iş yapıyordu yahu. Lodos Zühtü... Ayşen Gruda ile... Aydemir Akbaş, aslında o da  büyük sanatçı." 

Bergama’da askeri birlik varken erotik filmler de iş yapıyordu. Öbür türlü gelen yoktu. Güven Sineması'nda sanat filmi oynuyordu ya, kalite filmler, macera filan... Mecbur onlardan koydum ben birkaç tane ama olmadı... Benden önce Güven Sineması'nda erotik film gösterilmiyordu. Bergama’da bir tek kışlık Şen Sineması’nda gösteriliyordu. Bir de Soma'daki sinemaların bazılarında gösteriliyordu galiba. O zaman serbestti zaten. Her tarafta oynuyordu. Aydemir Akbaş bile iş yapıyordu yahu. Lodos Zühtü... Ayşen Gruda ile... Aydemir Akbaş, aslında o da büyük sanatçı. O adamı da değerlendiremediler. Bence erotik filmler, zamanında salonları kurtaran filmlerdi. Onlar o boşluğu doldurdu. Belki insanlar sapık olmaktan kurtuldu. Baskı içinde olunca adam o tarafa gidiyor. Aslında sinemayı onlar kurtardı, Ali Poyrazoğlu, Bülent Kayabaş... Bir de onları suçluyorlar. Onlar olmasa ne olacaktı? Kartal Tibet'lere sinema müşterisi gidiyor muydu? Milleti aldattılar hep aynı filmlerin tekrarıyla. Aynı konuyu başka başka oyuncularla tekrar tekrar çekiyorlardı. Bunlar bitirdi aslında sinemayı. Sinemayı bitirdiler!

Vay be! Bobinleri Basmane'den al, sırtına vurup otobüse kadar taşı... Gel buraya, Güven Sineması'nın önünde in... Ama buradan geri gönderirken daha kolay oluyordu. Muavine söylüyorsun, o orada indiriyor, film şirketinin hamallarına teslim ediyordu. El arabasına bakıyor, bobinin üzerinde de Bergama diye yazıyor, şirketin adı da yazıyor zaten. Hop götürüyorlar şirkete. Onlar da öyleydi işte.”

Lodos Zühtü. 1984
TLR makine_PNG.png

Lodos Zühtü

1984

Güven Sineması’nı işletmecilerinden, makinistlerinden dinledikten sonra biraz da izleyicilere kulak verelim. Güven’in müdavimlerinden Bergamalı besteci Engin Kuduğ sinema salonunu detaylı biçimde hatırlıyor:

“Güven Sineması benim hayatımda en fazla gittiğim sinema. Çünkü hemen karşısında babamın muayenehanesi vardı. Ben mesela okuldan gelirdim, anneme ‘Hadi annecim, sinemaya gidelim.’ derdim. O da kırmazdı, hep giderdik.

Locaları vardı ve onların hemen önünden sandalyeler başlıyordu. Hiç boşluk yoktu. En sağdan en sola kadar ahşap sandalyeler vardı. Sandalyeler arkalarından birbirlerine tutturulmuştu. Sinemanın havalandırma sistemini bile hatırlıyorum. Uzun uzun ipler vardı, o ipleri çekince açılıyor, saldığın anda kapanıyordu. Orası ile ilgili o kadar çok detay var ki bende... Girdiğinizde nereden yukarı çıkılıyor, büfenin olduğu yer, gazozların satıldığı yer, Rafet abi... Şu anda resmini çiz deseniz çizerim yani.

G%C3%BCvenSinemas%C4%B1_EnginKudu%C4%9F%
palet_firca.jpg

Engin Kuduğ'un çizimiyle Güven Sineması

2021

Derbeder. 1977
TLR makine_PNG.png

Derbeder

1977

İlk Süpermen filmini Güven Sineması'nda izlemiştim. Çıktığımda o hareketi yapmıştım, bakalım uçabilecek miyim, diye... Derbeder diye Ferdi Tayfur'un bir filmi vardı. Onu da annemle beraber Güven Sineması'nda izlemiştim. Çıktığımızda annem ağlıyordu, çok etkilenmiştim. Sinema gerçekten çok farklı bir şey. Ben çok seviyorum. Sinemia kartım var, o kadar çok seviyorum sinemayı. Halen fırsat buldukça gidiyorum.

Güven Sineması’nda en keyif aldığım yer de localardı. Locaların dokusu, kokusu falan halen şu anda birebir hafızamda... Hem balkonu, hem locaları vardı sinemanın ama esas locaları kıymetliydi. Altta da üstte de localar vardı. Sinemaya girdiğimiz zaman bir sahanlık vardı, orada da afişler olurdu. İkinci sahanlık geniş bir sahanlıktı, onun ilk sağından salona girilirdi. Alt kata... Sonrasındaki kapılardan da birkaç merdivenle localara çıkılırdı. Yıllar sonra ilk defa düşünüyorum şimdi. Toplam ya dört ya da altı loca vardı sanırım. Locaların içi de dört sandalyelikti. İki sandalye önde, iki sandalye arkada... Locanın önündeki duvar da yuvarlatılmıştı, kaygandı... Bak neleri hatırlıyorum!”

Bozgun / Missouri Breaks. 1976
TLR makine_PNG.png

Bozgun

1976

Güven Sineması’nın localarını Leblebici Çarpıkoğlu ailesinden İlhan Çarpıkoğlu da detaylı bir biçimde anlatıyor:

“Sinemalarda kadınlar matinesi dışında karışık oturulurdu. Koltuk numarası neyse herkes ona göre otururdu. Mesela ön taraflar meşhurdu, 35'lik diye geçerdi. 35 kuruştu mesela. Arka taraflar 50 kuruştu misal. Önler, kafanı kaldırıp da görüyorsun diye daha ucuz olurdu. Kahvelerde halen daha ön masalara oturdun mu ‘Ooo! 35'liği kapmışsın!' derler. Locaların fiyatı da farklıydı. Ama öyle çok pahalı olmazdı. Locanın hemen önü 50 kuruşsa locada da altı sandalye varsa fiyatı 3 lira olurdu. İstersen altı kişi otur, istersen iki kişi otur. Mesela nişanlısıyla, sevgilisiyle gelen bir loca alıyordu, altı kişilik locada iki kişi oturuyordu. Locaların, oturduğun zaman önleri neredeyse göğüs hizasına kadar kapalıydı. Güven Sineması'nda locaları salondan bölmüşlerdi. Arkada bir koridor vardı oradan localara girilirdi. Bu Yıldız Sineması'nda da öyleydi. Tek kişinin geçebileceği dar bir koridordan geçilerek localara girilirdi.”

DSLR makine_PNG.png

İlhan Çarpıkoğlu - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

Bergama’nın matbaacılarından Süleyman Canoğlu, Güven Sineması’nda da

gösterilen Marlon Brando’nun filmini unutamadığını söylüyor:

“Marlon Brando'nun Güven Sineması'nda aylarca oynayan bir filmi vardı. Üç saatlik bir filmdi. Jack Nicholson... Marlon Brando bir at hırsızını kovalıyordu. Atıyla da o kadar iyi ilişki halindeydi ki ‘Öpücük ver.’ diyordu, havucu veriyordu ağzıyla, havuç bittiğinde ‘Öptüm işte!' diyordu.

 

Bir de arkadaşlarımın anlattığı enteresan bir hikâye vardır. Bir korku filmi seyrediyorlar Güven Sineması'nda... O zamanlar son kalan sinemalardandı herhalde. Orada korku filmi seyrederken bir bakıyorlar, Osman da sinemada. Bizim dükkânda çalışan safça bir oğlan bu Osman dediğim. Onu filmin ilk yarısı bittiğinde görüyorlar. Muhittin Özuyar ile matbaacı Mithat, ‘Biz bunu bir korkutalım.’ diyorlar. Kış vakti, ayaz bir hava... Film bitmeye yakın bunlar sinemadan çıkıp mahallede bir çöp tenekesinin arkasına saklanıyorlar. Osman'ı bekliyorlar orada. Aradan bir saat geçiyor, bir buçuk saat geçiyor… Elleri uyuşmuş, titremişler soğuktan... Osman yok ortalıkta. Hadi, demişler, dağılalım... Ertesi gün geldiler bana, ‘Ya biz Osman'ı korkutacaktık ama o kadar bekledik gelmedi.’ dediler. Ben de Osman'a sordum o zaman: ‘Osman be, film nasıldı akşam?’ ‘Sorma Süleyman abi ya’, dedi, ‘o kadar korkunçtu ki ilk yarıdan sonra bırakıp çıktım ben.”

ATMACALILAR'IN

GÜVEN SİNEMASI

1970’lerin son yıllarında Halit Zorel’in de yolu Güven Sineması’ndan geçer:

“Askere gitmemiştim, çok gençlik yıllarıydı. 1978-79 yılları gibi... Ondan sonra makinistliğe merak sardım. Filmleri sarmak için bobinatörler var. Film kontrolü yapılırdı, filmi dişlilerini kontrol ederdik makineden geçerken bir sorun olmasın diye... Bobinatörde film kontrolü yaparken film makinesine de merak sardım. Nasıl oluyor, nasıl bitiyor diye... O sırada makine dairesinde Yılmaz (Asık) Abi vardı. Sonradan Şen Sineması'nın sahibi olan... Bobinatörden filmi alıp makineye takmak, makinenin dişlilerinden filmleri geçirmek... Tabii bunlar çok ilginç şeyler benim için o zamanlar... Bergama'da en popüler işti bu makinistlik işi. Sinemacılık popüler bir meslekti.

Güzel filmlerin taksiyle, arabayla reklamına çıkardık Bergama içerisinde. Bir tane havalı hoparlör arabanın üzerine, bir amfi, arka camda filmin afişleri... Onların güzelliği bambaşka bir şeydi. Mesela Atmaca Mahallesi'ne çıkardık. Mahalleden aşağıya inerken çok ilginçtir, bizim arabada bir tane afiş kalmazdı. Hele ki Ferdi Tayfur'un, Orhan Gencebay'ın filmleriyse katliam olurdu! O afişleri almak için mahalledekiler yüklenirlerdi arabaya, yırta yırta alırlardı afişleri. Bize yakın olmak için gelip arabanın önünde dururlar, bizimle konuşmak isterlerdi. Öyle bir popülerlik yani... Bergama içerisinde komple reklama çıkardık böyle. O reklamı bitirdikten sonra sinemaya gelirdik. Çoğu filmlerde günde iki seans yapılırken popüler filmlerde dört seans yapardık. Mesela iki seans dediğim, 14.30 ve 21.15. Popüler filmlerde 11.15 vardı. 14.30, 19.15 ve 21.15 oynatılırdı. O zamanlar sabah sinemaya bir girdik mi gece saat 1'de çıkardık ve akşam yemeğini de hep beraber arkadaşlarla oturup gece vakti yerdik. O kadar tempolu çalışırdık. Fakat öyle gönül vermiştik ki… Bu herkesin yapabileceği bir şey değildi. İsteyerek, severek... Bir aile gibiydik. Ben bunun hâlâ ekmeğini yiyorum. Mesela şu anda kameramanlık yapıyorum Bergama'da, düğünlerde, özel günlerde, kına gecelerinde... Kendi kameram var... O zamanların hissini hâlâ atamadım ki hâlâ o işlerin peşinde koşuyorum.

SES_JPG.jpg

Halit Zorel anlatıyor.

00:00 / 02:23
Atmaca Mahallesi'nde bir Hıdırellez akşamı. 2019. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Atmaca Mahallesi'nde bir Hıdırellez akşamı.

Fotoğraf: Yücel Tunca-2019

Tuhaf tuhaf şeyler de olurdu sinemada. Hiç unutmuyorum, sinemada sigara içme yasağının ilk başladığı zaman bir gün makine dairesindeydim. Makine dairesinin altında bir boşluk vardı Güven Sineması'nda. Orada sundurma gibi bir şey vardı. Ben yukarıda makine dairesinde filmi hazırlarken o boşluktan pata küte pata küte, sesler gelmeye başladı. Nedir, neyin nesidir diye merak ettim tabii. Açtım makine dairesinin kapısını, baktım ki ne göreyim! Bergama'ya yeni gelmiş bir komiser vardı. Çilli yüzlü bir komiser... Orada iki tane Atmacalı genci yakalamış sigara içerken, onları dövüyor. ‘Ben size kaç kere söyledim, burada sigara içilmeyecek!' diyerek bir dövüyor bir dövüyor çocukları!”

Atmaca Mahallesi’nin sakinleri, çocuğundan yaşlısına Bergama sinemalarının müdavimleri olarak bilinir. Mahalle sakinlerinin bu tutkusunu Erol Engel anlatıyor:

“Atmaca Mahallesi'ndeki Romanlar müthiş bir sinema tutkunuydu. Sinemaların en önlerini onlar doldururdu. Neden öyleydi, bilmiyorum. Daha mı ucuzdu veya toplu bir pazarlık mı yapıyorlardı, bilmiyorum ama sinemalarda ön taraf sanki onlara ayrılmış gibiydi. Devasa bir perdenin önündesin, başını kaldırıp izliyorsun... Yakında olmak, filmin içinde olmak gibi mi geliyordu, artık nasıl hissediyorlardıysa... Mahalle sinemalarının hemen hemen her seansında Atmacalı birileri mutlaka olurdu.”

Erol Engel’in sözünü ettiği ön sıralara Bergamalılar ‘35’lik’ veya ‘şoför mahali' diyor. Ekseriyetle çocukların ve Atmacalıların oturduğu şoför mahalini iyi bilenlerden biri de Atmaca’da yetişen klarnet virtüözü Hüsnü Şenlendirici. Şenlendirici de çocukluğu sinemalarda geçenlerden:

“Güven Sineması'nda daha çok Rambo, Bruce Lee, vurdulu kırdılı filmler filan izlerdik. Macera mevzuları oldu mu gençler olarak hep beraber giderdik. Çoluk çocuk bütün mahalle zaten oradayız. Filmden çıkışta herkes karateci olurdu. Birbirine uçanlar, yaralayanlar falan... Böyle şeyler de oluyordu. Bizim yetiştiğimiz zamanlar Emrah çok revaçtaydı. Emrah'ın ağlamalı filmleri… Onları izliyorduk çok fena. Etkiliyordu insanı. Çocuk yaşındasın, etrafındaki herkes ağlıyor. Düşünün o zamanlar Beyoğlu'nda adamı görüp, Erol Taş'ın üzerine saldırıyorlardı kötü adam diye... İnanıyorsun abi filme, gerçek gibi... Şimdi o filmleri izlediğimde hayret ediyorum. Evrim geçirmişiz.

“Atmaca Mahallesi'ndeki Romanlar müthiş bir sinema tutkunuydu. Sinemaların en önlerini onlar doldururdu."

Kadın Severse TV dizisi. 2006
TLR makine_PNG.png

Kadın Severse TV dizisi

2006

Benim başıma bile geldi. Zamanında çok gülmüştüm oysa. Bayram Şenpınar'ın, Cengiz Kurtoğlu'nun, bilmem kimin filmleri filan… Kötü oyunculuk, rezalet prodüksiyonlar... Olacak gibi değil! Hep güldüğüm şeylerdi bunlar benim. Bir gün başıma geldi. Bana siz ne hakla Hülya Avşar ile başrol oynamayı teklif edersiniz? Nereden biliyorsunuz benim oyun yapabileceğimi? Oynadık ya yedi bölüm (Kadın Severse-YT)! Öyle başladım ilk... Başladı ve bitti zaten! Müzikal kariyerim beni Hülya Avşar ile film çevirmeye kadar itti yani. Birol Güven oturdu karşıma, anlattı projeyi. ‘Abi ben düşünmüyorum.’ deyip duruyorum. En son Hülya Avşar'ı duyunca ben, Türk erkeği olarak dayanamadım, kabul ettim.

Birol Abi’ye diyorum ‘Deneme çekimi falan yapmayacak mısınız?' Bak, ben soruyorum, o ‘Yok yok!' diyor. Ve ilk gittim sete, ilk bölüm için bir dış çekim yaptık. Bir yolu kesmişler, yolda kaza sahnesi var. Arabanın içinde ben var ya... Senaryoyu iki üç sefer okudum ama ezberim sıfır! Arabanın içinde böyle küçüldüm. Kaçmak istedim oradan. Öyle şey mi olur! Yanlışlıkla arabayla vuruyorum kadına. O vurmayı ben nasıl yapacağım? Diyalog da değil, bayağı mimik oynayacaksın. Nasıl yapacaksın yani? Düşünün bak! O konuda hiç iddialı değilim ama neyse fena da değildim hani...

Bizim mahallede çok acayip şeyler olur. Eski filmlerden birinde de oynamış bizim Atilla Abi var, onların da atları var, cambaz bunlar... At alıp satan insanlara cambaz derler. Hatta soyadları bile Alsat. Çok iyi değil mi? Klarnetçinin Şenlendirici, hayvan alıp satanın Alsat! Bu kadar basit. Kodlama gibi bir şey değil mi allah aşkına? Bir tane daha komik bir şey söyleyeyim: Bir gün Kubat ile geldik. Mahalleyi gezdiriyorum ona. Röportaj yapıyoruz, ufaktan çekimler falan... Çok da güzel bir şey çektik Cengiz Özkarabekirli ile... Daha çok belgesel çeker o. Çocuğun biriyle röportaj yapıyor. ‘Senin adın ne?' diyor. ‘Ahmet.’ diyor çocuk. ‘Soyadın ne? Kaçta okuyorsun?' diye soruyor... Sonra sıradaki başka bir çocuk geldi. Ona da soruyor aynı şeyleri. Adın ne filan gibi. ‘Ali.' dedi. ‘Soyadın ne?' diye sorunca çocuk güldü, ‘Pirzola.’ dedi. Allahım yarabbim dedim! Ben bunu duydum ya yere attım kendimi gülmekten. Kubat da düştü yere ‘Aman allahım, inanamıyorum!' diyerek. Çocuğa sarılıyor, ‘Olsun olsun abicim, niye peki, çok mu seviyorsunuz eti?', diyor. Çocuk da ‘Seviyoruz ama’ diyor ‘işte soyadımız öyle.’ diyor... Şarkılarımızda bile var ya Romanların, etsiz yemek yemezler diye... Ben sonradan öğrendim, bizim mahallede varmış öyle bir aile: Pirzolalar!

SES_JPG.jpg

Hüsnü Şenlendirici anlatıyor.

00:00 / 03:19

Bir de daha eskilerden bir şey anlatayım. Ailem İstanbul'da yaşıyordu, tatillerde geliyorlardı, bense burada okuyordum, babaannemle yaşıyordum. Herkes ailesiyle sinemaya giderken ben gidemiyordum mesela. ‘Dul karının beslediği’ derler bizde. Ben onlardanım işte. Dul kadının, yaşlı kadının beslediği... İşte o babaannem yani Arzu ninem -Arzı diye söylerdik biz- ile Hüsnü dedem evleniyor. Nineciğim benim, çok naif bir kadın. Tam bir köylü kadınıydı. Tam siyah-beyaz yani. Bohçacılık da yapardı. Dedem erken ölmüş. 40’lı yaşlarında. Dört tane çocukla kalmış nenem. Hepsini evlendirmiş, düğünlerini yapmış. Ben onunla yaşıyordum işte Bergama’da. Sarılıp uyuyorduk ninemle. Derya deniz, bitmeyen hikâyeler anlatırdı bana. Dedemle evlendikten kaç sene sonra artık bilmiyorum, ‘Arzu hazırlan hadi, seni sinemaya götüreceğim akşama.’ demiş dedem. Ne demek bu biliyor musunuz? Yok öyle bir şey yani... Bir kadını alıp niye sinemaya götüreceksin ki? Zaten yokluk içindesin. Böyle bir şey görülmemiş. Yok yani! Bu hazırlanıyor işte kendince, nasıl hazırlanıyorsa artık. O zaman 'kıvrak' var, çarşafa benzer, böyle örtü gibi. Kıvrak çok meşhurdur burada. Köylük yerlerde... Siyah, uzun böyle palto gibi. Bunlar gidiyorlar, sanıyorum Güven Sineması'na. Yanılmayayım ama kapalı sinemalardan biri... Bilet gişesinden dedem alıyor biletlerini, ninem tabii heyecan içerisinde. Çıkıyorlar üst kata. Oturuyorlar, film başlıyor. Fıs fıs konuşuyorlar. Başlıyor film. Geçiyor on, on beş, yirmi dakika... Ninem tutuyor dedemin elini, ‘Hüsnü çok üşüdüm ben.’ diyor. Dedem de ‘Allah allah! Buz gibi ellerin. Ne oldu sana?' diyor. ‘Baksana ayacıklarım da buz gibi oldu benim.’ diyor ninem. Dedem tutuyor ayaklarını: ‘Aaaa! Niye çıplak ayakların senin?' diyor. ‘Çıkardım ayakkabılarımı.’ diyor. ‘Nerde çıkardın?' diyor dedem. ‘Bilet aldığın yerde çıkardım.’ diyor ninem. Dedem ‘Allah seni kahretmesin!' diyor. Gidip bir bakıyor, ayakkabılar orada duruyor. Hemen öyle alıyor ceketinin arasına getiriyor. ‘Al!' diyor ‘Bu ilk ve sondu!' diyor. Bir daha da getirmiyor kadını sinemaya benim dedem.”

Hüsnü Şenlendirici ve nenesi Arzu Hanım. Resim: Zeynep Yazıcı
TLR makine_PNG.png

Hüsnü Şenlendirici'nin Bergama'daki çiftlik evinin duvarında asılı olan, Zeynep Yazıcı'nın yaptığı resimde, Şenlendirici ve babaannesi Arzu Hanım görülüyor.

(Soldan sağa: Helvacı Hasan, Hüsnü Şenlendirici, Bayraktar Bacak Abi, Arzu Şenlendirici, Murat Gezgin, Gobak Hüseyin'in oğlu Bülent)

CUMHURİYET MEYDANI SİNEMALARININ SONU

Bergama Cumhuriyet Meydanı. 1990'ların ortalarında yapılan düzenleme sonrası.
TLR makine_PNG.png

Yazlık ve kışlık Güven Sineması ve diğer bazı yapıların yıkılması sonrasında Mimar Cengiz Bektaş tarafından düzenlemesi yapılan Bergama Cumhuriyet Meydanı. 1998 sonrası. Fotoğraf: SALT Araştırma-Cengiz Bektaş Arşivi

Mimar Cengiz Bektaş'ın Cumhuriyet Meydanı uygulama projesi. (SALT Araştırma-C. Bektaş Arşivi)
Mimar Cengiz Bektaş'ın Cumhuriyet Meydanı uygulama projesi. (SALT Araştırma-C. Bektaş Arşivi)
TLR makine_PNG.png

Mimar Cengiz Bektaş'ın Cumhuriyet Meydanı düzenlemesi için yaptığı uygulama projesi. 1996-98 (SALT Araştırma / Cengiz Bektaş Arşivi)

Bakırçay gazetesi. 2008
TLR makine_PNG.png

Bakırçay gazetesi

2008

120. 2008
TLR makine_PNG.png

120

2008

Cumhuriyet Meydanı, Belediye Başkanı Sefa Taşkın döneminde, 1996-98 yılları arasında mimar Cengiz Bektaş tarafından yeniden tasarlanmış, sinemalar, TEKEL, Halk Eğitim Merkezi binası ve diğer bazı yapılar yıkılarak genişletilmişti. Yeni, Şehir ve Güven sinemalarıyla yıllar boyunca sayısız filme ev sahipliği yapan kentin bu bölümü aradan 10 yıl geçtikten sonra 2008 yılında Belediye Başkanı Raşit Ürper döneminde eski günleri hatırlatan bir etkinliğe sahne olacaktı. Bergama Sinema Günleri adıyla yapılan etkinlikte meydana kurulan açık hava sinemasında Bergamalılar, Bakırçay gazetesinin haberine göre 9 Ağustos 2008 akşamında Zeki Alasya’nın başrolünde olduğu Hayata Tutunmak filmini izlemişlerdi. Fakat ilginçtir, haber kısmen doğru, kısmen yanlıştı. Bir film gösterimi yapıldığı kısmı doğruydu ancak Zeki Alasya’nın oynadığı, hatta 2019 yılına kadar bu isimle Türkiye’de çekilen bir film yoktu. Yine de Hayata Tutunmak adı her nasılsa haber metninde üç kez geçiyordu. (Zeki Alasya’nın başrolde oynadığı, Berrin Dağçınar tarafından yönetilmiş, 2008 Mart ayında vizyona giren Hayattan Korkma adlı filmden bahsediliyor olmalı-YT) Öte yandan haberde Bergama Sinema Günleri’ne ilişkin başka hiçbir detaya da yer verilmemişti. Film gösterimine katılan bir Bergamalının sözleri ise gazeteye şöyle aktarılmıştı:

“Açık havada sinema gösterimi yapılması, bizleri eski zamanlara götürdü. Bergama’da eski zamanlarda tıpkı bugün sinemayı izlediğimiz yerde yani Cumhuriyet Meydanı’nda açık hava sineması bulunurdu. O zamanlarda da heyecanla sandalyemize oturup, sinemayı keyifle izlerdik. Bugün burada eski günlerimizi yad etme fırsatı yakaladık. Üstelik çocuklarımıza ve gençlerimize açık hava sinemalarını anlattığımızda nasıl bir şey olduğunu hayal edemiyorlardı. Ama şimdi bire bir açık hava sinemasını yaşamış oldular. Sinema günlerinin yaz boyunca devam etmesini istiyoruz.”

Milliyet gazetesinin İzmir Bürosu’ndan geçilen 6 Ağustos 2008 tarihli haberde ise bir başka filmin gösteriminden ve Raşit Ürper’in Belediye Başkanı olarak kalan sayılı günlerinde gerçekleştiremeyeceği vaatlerinden bahsedilmekteydi:

“Bu akşam da Cumhuriyet Meydanı’nda ücretsiz gösterim yapılacak. Son günlerin en beğenilen sinema filmlerinden “120” saat 21.00’den itibaren meraklılarına sunulacak. Oyuncular Özge Özberk, Burak Sergen, Cansel Elçin, Emin Olcay, Orçun Öztamur ve Demir Karahan da gelecek, sevenleriyle buluşacak. Başkan Raşit Ürper, tüm ilçe halkını bir TIR’dan gerçekleştirilecek gösterime davet etti. Ürper, Bergama’da sinema olmadığına dikkat çekti, ‘Bu eksikliği bir nebze de olsa gidermeyi amaçlıyoruz. Çamlı Park karşısında belediyeye ait binada küçük bir cep sineması ve tiyatro salonu açmayı hedefliyoruz’ dedi.”

Hayattan Korkma. 2008
TLR makine_PNG.png

Hayattan Korkma

2008

Milliyet gazetesi. 2008
TLR makine_PNG.png

Milliyet gazetesi

2008

YAKIN GEÇMİŞTE BERGAMA'DA GÜNDELİK HAYAT

Gündelik Hayat ve Sinema

Bergama sinemalarının hikâyesine kısa bir ara verip kasabanın atmosferini gündelik hayatın ve yaşam kültürünün ayrıntıları üzerinden biraz daha belirginleştirmeye çalışalım şimdi. Mısır tanrılarına adanmış Serapis Tapınağı’nın bitişiğindeki Topçu Kışlası’ndan kalan büyük açıklık alanda ahşaptan dönme dolapların, çadırların kurulduğu; çadırların içinde filmlerin oynatıldığı geçmiş yılların bayram günlerinden başlayarak biraz Bergama’yı dolaşalım.

TLR makine_PNG.png

Topçu Kışlası'nda bir bayram kutlaması.

BERKSAV-Belleten/20

Bir vakit Topçu Kışlası’nda, bir vakitler de Bergama Müzesi’nin karşısındaki boşlukta kurulan bayram yerleri, el öpüp harçlık toplayan çocukların koşarak gittiği, eski usul gıcırdayarak sallanan kayıklarla, nişancılarla, helvacılarla dolu cıvıl cıvıl bir panayıra dönüşürdü. Rengârenk boyanmış tahta dönme dolabı çevirenler ‘Ya ya ya! Şa şa şa! Dönme dolap çok yaşa!’ diye tempo tutardı çocuklarla beraber. Turşu suyu içilir, üzerine gül suyu döküldüğü için pembeleşmiş muhallebiler yenirdi. Kasnakçıyla köftecinin hemen yanına yaşlı bir adam kendince bir sinema açardı. Küçük makinelere benzeyen kutulara yerleştirdiği kesik film parçalarını üç beş kuruş karşılığında izletirdi. Dairesel biçimde dizilmiş film kareleri bir düğmeye basılınca değişir, çocuklar bunlara bakmaktan büyük zevk alırdı.

MUSIC_PNG.png

Between Orient and Occident - 06 Die stillste Stunde

Serkan L. Karaman

00:00 / 05:53
Bergama Lisesi yanındaki bayram yeri ve çocuk bahçesi. 
TLR makine_PNG.png

Bergama Lisesi yanındaki bayram yeri ve çocuk bahçesi. Fotoğraf: BERKSAV-Belleten/20

Bisikletçi Hayati’den kiraladıkları bisikletlere binip ceplerindeki parayı bitirene kadar kim bilir kaç tur atardı o çocuklar? Ya da yere yakın uçan sandalyeler için birkaç kuruş ayırılır, o yılın harçlıkları bereketliyse mantar tabancasına bol bol mantar alınıp çıkartılabilecek en büyük gürültü çıkartılmaya çalışılırdı.

Biraz daha ileride, Cumhuriyet Meydanı’nı geçtikten sonra sağ taraftaki boşluğa da bir kumpanya gelirdi Kermes ve bayram zamanlarında. Büyükçe bir çadırın içinde Karagöz-Hacivat oynatılır, bir cambaz ipte yürürken düşecekmiş gibi yapıp yürekleri ağza getirirdi. Sihirbazın yaptığı akıl almaz numaralar çocukların hafızasına nakşolur, hayal dünyalarında gün geçtikçe daha da zenginleşirdi.

Bayramlar gelir geçer, Kermes’in sayılı günü bir çırpıda biterdi. Yine sinemalar kalırdı geriye. 'Akşam olsun da sinemaya gidelim.' diyerek beklerdi çoluk çocuk. Okul saatleri dışında sağda solda çalışılıp kazanılan kuruşlar sinema parası yapılırdı. Pazarcılık, işportacılık, tütün işinde ırgatlık… Şansı yaver giden sinemada çalışır, yerlerdeki çiğdem kabuklarını süpürür, gazoz satar, şişe toplardı. Bu sayede filmleri bedava seyreder, makine dairesinden süpürülüp atılmış film parçalarından yaptığı koleksiyonla arkadaşlarına caka satardı.

Bergama, 1941
TLR makine_PNG.png

(Soldan sağa) Ömer Dikeroğlu, Muzaffer Üregen, Burhan Aloğlu,

Necati Dikeroğlu. 1941 Fotoğraf: BERKSAV-Belleten/20

O yıllarda filmler hayata, hayat filmlere karışırdı. Komşu teyzelerden biri akşamüzeri çat kapı geliverirdi mesela. 'Ah Fehime Abla!' diyerek iki gözü iki çeşme, ağlaya ağlaya az önce sinemada izlediği filmi baştan sona anlatırdı.

Bir çocuk, öğlen saat 12 oldu mu elinde çanla Arasta sokakları boyunca çala çala koşar öğle tatilini haber verirdi. Esnaf, dükkânının kapısını bile kapatmadan önüne bir sandalye, bir sopa koyar iki saat uyumaya, dinlenmeye giderdi. Bir başka çocuk o iki saat içinde Değirmen Yolu’ndaki bağa gidip çalışır sonra tekrar Arasta’daki işine, çıraklığına dönerdi. Çok çalışıp para kazanacaktı ki akşama sinemaya gidebilsin... Kazancın tamamı sinema için değildi elbette. Sofraya belki de dokuz kişinin oturduğu ailesi katkı beklemekteydi; ekmeğin fiyatı almış başını gitmişken, evde kuruşun hesabı yapılırken bütün kazanç sinemada bitirilemezdi. Neyse ki bilet paraları o vakitler neredeyse ekmekten ucuzdu.

O yıllarda filmler hayata, hayat filmlere karışırdı. Komşu teyzelerden biri akşamüzeri çat kapı geliverirdi mesela. ‘Ah Fehime Abla!' diyerek iki gözü iki çeşme ağlaya ağlaya az önce sinemada izlediği filmi baştan sona anlatırdı. Ayhan Işık'lar, Belgin Doruk'lar insanların içine işlerdi. Beyaz perdedeki melodramlar gerçek hayatın acılarını, zorluklarını bir nebze olsun unuttururdu.

Naif bir izleyicisi vardır o dönem sinemalarının. Naif ve saygılı… İzledikleri filmlerin hayatlarında açtığı pencerelerin farkında, ufuklarını genişlettiğinin ayrımındaydılar. 50'ler, 60'lar boyunca bütün Anadolu için olduğu gibi Bergama için de en önemli kültürel, sosyal alandı sinema. Evlerde sadece bir radyonun olduğu zamanlarda sinemaya gitmek ayrıcalıklı bir etkinlikti. Evin rutininden, dört duvarından dünyaya açılmayı sağlayan ‘canlı fotoğraflar’ herkesi kolayca kendine bağlardı. Salonlar dolar taşar, dağılma saatlerinde Bergama’da görülmeye değer bir hareketlilik yaşanırdı. Çıkış kapılarının önlerine çerezciler, oyuncakçılar, tatlıcılar toplaşır, küçük küçük pazarcıklar kurulurdu sokaklara.

Sinema çıkışlarında öylesine bir kalabalık oluşurdu ki otobüsler, taksiler insan taşımaya yetmezdi. Kimileri filmden hemen sonra eşiyle, sevgilisiyle, arkadaşlarıyla pastaneye gitmeyi sever, kimileri o günlerin en güzel parkı olan Havuzlu Park'ı tercih ederdi. Bir de Çamlı Park vardı ama biraz uzak kaçardı orası. Evi hava almayan, esintisiz yerde oturan insanlar hem yakın, hem düzayak olan Havuzlu Park'a giderdi. Biraz geç kalındıysa masalar, sandalyeler dolmuş olurdu. İşte o zaman daha aşağıya Çamlı Park'a, Gülistan Park’a koşturulurdu. Gülistan Park antik tiyatrolar gibi basamak basamaktı ve dört bir yanı güllerle doluydu. Mis gibi kokuların içinde oturup çay içerken yoldan gelip geçenleri izlemenin keyfi başka hiçbir şeyle ölçülemezdi.

Bergama, 1940'lar.
TLR makine_PNG.png

Bergama, 1940'lar.

Fotoğraf: Ali İhsan Güngül arşivi

İstiklal Meydanı civarında çalışan çocuklar Cumhuriyet Sineması'nın orta kapısının önüne gelen turist araçlarını, özellikle de Fransız Citroen otomobilleri ilgiyle, şaşkınlıkla izlerlerdi.

Bergamalılar o vakitler çarşıda turlamak için sadece Kermes’i beklemez havalar güzelleşti mi, akşama kadar tarlada, bağda bile çalışmış olsalar dahi akşam olduğunda illa gezmeye çıkarlardı.

Kasaba sakinliğinin yatıştırıcılığında kendine has renkli karakterleriyle, kendine has iç çelişkileriyle mutedil bir hayatın sürdüğü 60’ların, 70’lerin Bergama’sına, Avrupalı turistlerin karavanlarla, arabalarla yoğun bir şekilde gelmeye başlaması kent kültüründe dönüştürücü etkiler yaratan karşılaşmalar yaşanmasını sağlayacaktı.

İngiliz Hippiler üstü açık kamyonlarla İstiklal Meydanı’na geliyor, burada alışveriş yapıyor, Topçu Kışlası’nda ve Güzellik Ilıcası’nda kurdukları çadırların etrafında ateş yakıp, gitar çalarak şarkılar söylüyorlardı. Uzun saçları, rengârenk giysileriyle Pergamon Akropolü’ne çıkmak için eski postane yokuşundan yani Abacıhan Sokak’tan ya da Meyhane Boğazı Mevkii’nden ya da Akasya Park’a çıkan Kınık Caddesi’nden yokuş yukarı tırmanıyor; birkaç gün kaldıkları Bergama'yı tanımak için Yahudi Mahallesi’ni, Arasta’yı geziyorlardı.

İstiklal Meydanı civarında çalışan çocuklar Cumhuriyet Sineması'nın orta kapısının önüne gelen turist araçlarını, özellikle de Fransız Citroen otomobilleri ilgiyle, şaşkınlıkla izlerlerdi. Kontağın çevrilmesiyle arabanın havalı bir şekilde yerden yükselmesi onları hayrete düşürür, bu arabaların saatte kaç kilometre hız yaptığını merak ederlerdi. Otomobillerini orada bırakıp gezmeye gidenler döndüklerinde arabalarını pırıl pırıl bulur; kaldırım kenarında, yanında bakır kovasıyla, elleri ıslak bekleşen çocuklara onları mutlu edecek birkaç kuruş bahşiş verirlerdi.

O yıllarda boyacılıktan, radyo tamirciliğinden bunalan kimi gençler İngilizce öğrenmeye merak sardılar. Çevirmene ihtiyaç duyan çok sayıda turist vardı artık Bergama’da. Hem küçük küçük para kazandırıyordu bu iş, hem yepyeni dostluklar, hem de yepyeni gelecek olasılıkları… Kasaba bunaltısından turist karavanlarının arasındaki birbirinden ilginç sohbetler sayesinde kurtuluyor, kendilerini adeta baştan yaratıyorlardı. Hediye bir sırt çantası çok büyük anlamlar taşıyordu o günlerde. Birkaç Bergamalı gencin saçları iyice uzuyor, pasaportlar çıkartılıyor, yabancı sevgililer ediniliyordu. Çoğunluğun saygı duymadığı bu değişimin dışlanma yaratan sonuçlarına göğüs germek ise kolay değildi. Bergama’nın yerli Hippisi olmak aileden, çocukluk arkadaşlarından bile kopmak demekti. Dönemsel de olsa kimileri Avrupa’ya, kimileri İstanbul’da Sultanahmet’e taşınacak, geriye Bergama’da hatırlanacak bir lakapları kalacaktı: 'Gâvur

Turizmin az sayıdaki olumlu sonucundan biri olan kültürel karşılaşmaların bir benzerine sinemalarda gösterilen yabancı filmler de zemin oluşturuyordu. Sinemanın büyülü perdesinde gördükleriyle dünyaya açılanlar da vardı Bergama’da. Filmlerde izledikleri Kanada’ya karşı önüne geçilmez bir merakın oluştuğu gençler özellikle Amerikan filmlerini takip ederlerdi. Kanada ormanlardaki o devasa ağaçların yarattığı heyecana kapılıp, orada bir ormanda iş bulup çalışma, evlenip çoluk çocuğa karışma hayali kurarlardı. Üstelik Bergama’da hayat günden güne pahalanmakta, ‘Hep Başbakan’ Süleyman Demirel’in zamlarla bunalttığı Türkiye’de yaşamak zorlaşmaktaydı. O gençlerden biri daha 18’inde Kanada’ya göçmen olarak gitmeye karar vermişti. Hiçbir bilgisi, fikri olmaksızın bir kâğıdı daktiloya yerleştirdi, ‘Kanada Konsolosluğu’na’ diye başlayan dilekçesini yazmaya başladı. ‘Nerededir bu konsolosluk?' diye sordu kendine, ‘Başkenttedir!' diyerek ‘Ankara’ yazdı altına. Sonra başladı kendini kendi diliyle, Türkçe anlatmaya: ‘Şu doğumluyum, sanat okulu mezunuyum, ben göçmen olarak Kanada’ya gitmek istiyorum, gereğinin yapılması…’ deyip koydu zarfa, yapıştırdı, gönderdi. Uzun zaman bekledikten sonra gelen cevabı, zarfı sabırsızlıkla açıp okudu. Azıcık İngilizce’sine rağmen cevapta ‘Orta Doğu göçmen bürosu Beyrut’tadır, oraya müracaat ediniz.’ denildiğini anlamıştı. Üstelik Beyrut’taki büronun adresi de yazıyordu dilekçesinin cevabında. İşte o adres Kanada sevdalısı genci bir anda Bergama’da popüler yaptı. Arkadaşları kuyruğa girdi ‘Benim için de yazalım’ diyerek. ‘Sen Kanada’yı biliyormuşsun, bize de yardım et.’ diyenler için de yazdı çizdi, adeta Kanada Konsolosluğu’nun Bergama ofisi gibi çalıştı bir süre boyunca. Mektupların gidip gelmesi uzun sürüyordu o yıllarda. Umutla bekledi, sabırla cevabın yolunu gözledi. Aylar ve aylar süren bu bekleyişin sonunda askerliğini yapmamış olduğu için başvurusunun kabul edilmediği yönünde bir cevap geçti eline. Sinemalarda gördüğü filmlerden filizlenen baş döndürücü güzellikteki hayal, resmi damgalı, kupkuru bir dille yazılmış mektupla solup gitti.

(Bu bölüm Ali Taşkıran, İlhan Çarpıkoğlu, Mehmet Tevfik Olur, Mithat Öztüre, Nazmiye Ovacık ve Nejat Simit’in anılarından, onların anlatımlarına uygun biçimde derlenmiştir.)

MUSIC_PNG.png

Blue Journey - 03 Yurttan Dönüş

Serkan L. Karaman

00:00 / 03:56

SOSYAL HAYATIN İÇİNDE BERGAMALI

KADINLAR

14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri’nde, teşkilatlanmasını tamamlamış Demokrat Parti karşısında ilk ciddi sınavını verecek olan CHP’nin İzmir Milletvekili adayı Hüseyin Kavalalı’nın ‘Bergama’da irtica vardır.’ sözleriyle başlayan büyük bir tartışmanın yaşandığı Bergama, 1960’lar ve 1970’lerde de bir yanı tutucu, bir yanı gelişmeye açık bir kasabadır. Sohbetlerde şöyle der kimi Bergamalılar: “Bizim dönemimizde pazartesi, salı, çarşamba rakı içilir, perşembe rakı içilmez, cumaya gidilir, tekrar o akşam rakıya devam edilir. Anneler mini eteklidir, başörtüsü yoktur. Ancak saçlar kırarmaya başladığında baş örtülür.” (Süleyman Canoğlu aktarımı)

Biraz daha gerilere gidildiğinde özellikle kadınların giyim kuşamıyla ilgili değişikliklerin başladığı yıllara varırız. Anadolu gazetesi, 14 Ocak 1935 günü yayınlanan nüshasında Rahmi Balaban’ın, Oba Mektupları köşesinde Bergama’da Peçeler başlıklı ilginç bir yazısına yer verir:

“İki, üç haftadır, kadınlar arasında hep bu lâf;

-Yılbaşından sonra kıvrak, peçe kalkacakmış. Belediye öyle karar vermiş. Nineler bir türlü akıl yatıramıyorlar; tazeler, istemiyor görünüyorlar; içlerinden kalksın varsın, diyorlardı.

Çeşme başlarında, donbayları sığıra götürme yollarında, komşu evleri gezmelerinde hasılı kadınlar arasında bundan başka konuşma yoktu. Nihayet dellâl, çarşılarda bağırdı:

-Yılbaşı gününden itibaren kadınların kıvrak, peçe, çarşaf ile gezmeleri kent kurultayının kestirimi ile yasaktır. Dinlemiyenler ceza görecektir. Duydum duymadım demeyin ha…

(…) Dellâlın arkasında dolaşan çocuklar, dellâl bırakınca, bir ağızdan onlar başlıyordu. Belediyenin kestirimi, Bergama’nın dört bucağına şimşek gibi yayıldı; yaşlılar düşünmeğe başladı. Gençler, belli etmeden, gülümseyorlardı.

935 Yılının birinci günü Bergama sokaklarındaki çeşmeleri görenler şaşıp kaldılar: Başka günler Çeşme başlarında küme küme olan kadınlardan bugün kimse yok… Kıvrakların kollarını delib manto yapmakla meşguller.. Bu manto işini çarçabuk bitirenler, birbirlerine bakıb gülüşüyorlar:

-Sana ne güzel yakıştı kardeşim, A, İnan olsun seninki daha güzel. Ayşe Molla, sandıkta bir eski zaman üslüyü bulmuş, pek güzel yakışmış. Akşama doğru evlerden tek-tük kadınlar çıkmağa başladı. (Kıvraktan mantolar bitmişti… Sokaklarda, çeşmebaşlarında komşular birbirlerini, ilk görüşte, tanımıyorlardı:

-A, sen misin kardeşim? Deyişiyorlardı. (…)”

Gelin şimdi de kasabanın sosyal, kültürel hayatına daha da yakından bakmak için 1960’lardaki lise dönemlerinde aynı sınıfta okumuş iki Bergamalıya, Emel Girit ve Nazmiye Ovacık’a kulak verelim.

Anadolu gazetesi. 1935
TLR makine_PNG.png

Anadolu gazetesi. 1935

İÜ Gazeteden Tarihe Bakış

Projesi dijital arşivi

Soldan sağa: Emel Girit, Nazmiye Ovacık. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Soldan sağa: Emel Girit, Nazmiye Ovacık. Bergama, 2019  Fotoğraf: Yücel Tunca

Nazmiye Ovacık: “Bergama’da kadınlar kara örtü, siyah örtü örterlerdi evden çıkarken başlarına. Bir de kıvrak vardı daha çok yerli Bergamalı kadınların giydiği. Çadır gibi bir şeydir kıvrak. Komşuya, bakkala filan giderken giyilirdi. Bir tepeliği vardır, kısa kolları vardır, önü açıktır, düğmesi filan yoktur, elinle kapatırsın gerektiğinde, yere kadardır.  Bizim Arnavut göçmenleri giymezlerdi ama.”

Emel Girit: “Siyah örtü dediğimiz ise mesela dışarıya gezmeye gidiyorsun, mantonu giyiyorsun, üstüne de siyah örtünü takıyorsun. Başı örtmek için kullanılır ama eşarptan farklıdır bağlama biçimi, saçlar ve ağız görünmeyecek biçimde örtülür. Kış aylarında da yünden atkı takılırdı onun yerine. Çünkü bu siyah örtü ince geliyordu. O atkıyı da siyah örtüye benzer biçimde bağlıyorlardı.”

“Benim ortaokul yıllarımda

annemin ara sıra komşularıyla birlikte sinemaya gittiğini biliyorum."

Nazmiye Ovacık: “Çene altından çengelli iğne ile toplarlardı ya da içeriden, alttan elleriyle tutarlardı yine elleri görünmeyecek biçimde. 1960'larda bile vardı bunlar. Annem ‘17-18 yaşındaydım, siyah örtü bize de yapıldı.’ diyor. Ben ortaokula giderken annem eşarp takıyordu artık.”

Emel Girit: “Anneannemin neslinin örtünme biçimiydi aslında. Demek ki 1900'lerin başlarında doğanların kullandıkları bir şeydi. Bizim gençliğimizde yaşlılar hala kullanıyordu ama gençlerde yoktu artık. Mesela annem hiç örtü kullanmadı. Annem direk eşarp bağlıyordu. Hemen saçlarının üst tarafından geçirip çene altından bağlıyorlardı. 60'larla beraber çevresel etkilerle siyah örtüden eşarp kullanımına geçilmişti.”

Nazmiye Ovacık: “Benim ortaokul yıllarımda annemin ara sıra komşularıyla birlikte sinemalara gittiğini biliyorum. Belgin Doruk, Muhterem Nur'un filmlerine... Dedem 1959'da ölmüştü, onun sağlığında mümkün değildi zaten gitmeleri. Benim söylediğim 1960'tan sonrası.”

Emel Girit: “Bizim ailelerimiz sinemaya giden, filmleri takip eden aileler değildi. O sıralarda zaten Bergama'nın yerli halkının pek fazla sinemayla ilişkisi yoktu. Ancak dışarıdan gelmiş olanlar, memur kısmı, çevreden gelip yerleşmiş olanlar, öğretmenler giderdi sinemalara; özellikle akşamları karı koca birlikte giderlerdi. Çocukluk çağımızda biz pek gidemedik. Daha çok yetişme çağımızda başladık gitmeye.”

Nazmiye Ovacık: “İlkokulda filan tarihi filmler geldiğinde okul olarak gidiyorduk. Onun haricinde pek gidilmiyordu.”

Emel Girit: “Fakat bazı özel filmler geldiğinde, hiç gitmemesine rağmen annem bile giderdi. Mesela Ayşecik diyelim ya da Belgin Doruk, Göksel Arsoy’un oynadığı filmlere… Meşhur, isim yapmış filmlere gidilirdi. Özellikle kadın matineleri dolup taşardı böyle filmlerde.”

Nazmiye Ovacık: “Liseye biz 66 yılında başladık. Bergama Lisesi'nin ilk açılışı o yıldaydı zaten. Bergama Ortaokulu, Bergama Lisesi oldu. Bergama'da ilk lise açılmış oldu o yıl. 15-20 bin nüfuslu bir yerdi o zamanlar Bergama. Sinemadan başka pek bir eğlence yeri de yoktu zaten.”

Emel Girit: “Biz, İzmir'e Fuar'a giderdik her sene. Yaz aylarında da hafta sonları denize giderdik ailecek. Bağlara giderdik ayrıca, çünkü anneannem, babaannem bağda olurlardı.”

Emel Girit ve Nazmiye Ovacık. Fotoğraf: Yücel Tuna
DSLR makine_PNG.png

Soldan sağa: Emel Girit, Nazmiye Ovacık.

Bergama, 2019  Fotoğraf: Yücel Tunca

Nazmiye Ovacık: “Bizde denize gitmek yoktu ama Fuar'a yılda bir sefer giderdik. Biz ovadaydık zaten. Bağa değil de okullar kapanır kapanmaz ovaya giderdik. Kulabayırı'ndaydı bizim yerimiz.”

Emel Girit: “60'lı yıllara kadar zaten denize filan da pek gidilmezdi. Bergama halkının neredeyse tamamı bağlara ve ovaya giderdi yazları.”

Nazmiye Ovacık: “Bunların dışında bir eğlencemiz de Kermeslerdi. En büyük eğlence Kermes'ti Bergama için. Bayram gibi olurdu. İnsanlar parklara gider, satıcılardan alışveriş yaparlardı. Asklepion'daki tiyatrolara giderdik. Devlet Tiyatroları’nın oyunları gelirdi.”

TLR makine_PNG.png

Bergama'da Kermes Balosu. 1940'lar. Fotoğraf: Kermeslerle Bergama'nın Yakın Tarihi-Eyüp Eriş kitabından

Kermes Balosu 1950
TLR makine_PNG.png

Bergama'da Kermes Balosu. 1950

Fotoğraf: Oya Erten aile albümü

Emel Girit: “Zaten biz hep oradaydık. Kermes’te görevli olurduk. Folklor oynuyorduk çünkü. O yüzden üç günse üç günde de giderdik. Bu sırada da tiyatroları, konserleri izlerdik. Üç gün süren Kermes zamanında Halk Eğitim'de balo düzenlenirdi. Maskeli balo mu, kıyafet balosu mu desem, tam hatırlamıyorum. Dans yarışmaları düzenlenirdi. Komşumuzun yetişkin, evli bir kızı vardı. Hep en güzel vals yapan çift seçilirlerdi eşiyle beraber o baloda. Ve her sene giderlerdi. Hatta çiftlerin alınlarının arasına portakal gibi bir şey koyarlardı, onu düşürmeden dans ederlerdi. Değişik bir kıyafet giyerlerdi. Kıyafet balosuydu galiba... Sarraf Osmanlar denirdi, onların kızlarıydı bu bahsettiğim. Onlar yıl boyunca beklerlerdi o baloyu. Kermes Balosu'ydu adı. Hiç gitmedim ama oradan geçerken görürdük. Ben de çok ilgi duyardım. Orada olmak, katılmak isterdim. O kızla birlikte aynı heyecanı yaşıyordum sanki. Merak ediyordum ama hiç gitme şansım olmadı. Kermes'in esası tiyatroydu aslında. Devlet tiyatrosu sanatçıları gelirdi. Tarihsel olarak da bir tiyatro mekânı ya Bergama... Sonradan maalesef konserlere döndü Kermes.”

Kermes yürüyüşünde folklorcular. 1976
TLR makine_PNG.png

Kermes yürüyüşünde folklorcular. 1976

Fotoğraf: Cordelio&Karşıyaka/Facebook sayfasından

Nazmiye Ovacık: “Ben de folklor oynardım. Şiir okurduk, Kermes yürüyüşlerine katılırdık okulla. Ben aynı zamanda bando takımındaydım. Açılış gününde Bergama'nın yerel ekipleriyle dışarıdan gelen bütün gelen ekipler beraber yürüyüş yapardık. Kermes bittikten sonra yazlık sinemalar açılırdı. Bir yaz sezonunda üç-dört tane filme gidersen gidersin. Çünkü ovada olurduk hep.

Ortaokuldan mezun olduğum sene Bergama Lisesi açıldı. Açılmasa belki liseyi okuyamayacaktım İzmir'e gidemeyeceğim için. Babamla gidip yeni açılan liseye yazıldım. 1-D sınıfına yazdılar beni. Dört sınıf açılmıştı, yaklaşık 45 kişilik sınıflardı hepsi. Üst kattaydı bizimki, Kale'ye bakıyordu pencereleri. Okulun açıldığı gün öğretmen bizi tahtanın önüne çıkartıp boy sırasına göre dizdi, beni ikinci sıraya yerleştirdi. Üçerli oturuyorduk. Aradan bir süre daha

geçtikten sonra yine yer değiştirmeler oldu ve o zaman biz Emel ile boylarımız birbirine yakın olduğu için yan yana oturmaya başladık. Bir de yanımızda Süheyla vardı. Süheyla benim zaten ortaokuldan arkadaşımdı. İkiz gibiydik, çok severdik birbirimizi. Aynı sırada üçümüz oturuyorduk. Diğer yakın arkadaşlarımız Zehra ve Ümmühan, Emel ile aynı mahallede, Turabey Mahallesi'nde oturuyorlardı. Benden önce onlar bir grup olmuşlardı zaten. Sonra Süheyla ne oldu da bizim yanımızdan ayrıldı hatırlamıyorum. Biz Emel ile kaldık. Bir süre sonra da Ümmühan geldi yanımıza. Lise 2 de dâhil biz hep Emel ile oturduk. Ben ve Ümmühan o yıl sınıfı tekrarlamak zorunda kaldık. Zehra ile Emel geçtiler sınıflarını ama ondan sonraki sene de yine hep beraberdik. Teneffüslerde, sinemalarda, gezmelerde beraberdik. Evlerimiz aynı yol üzerindeydi. Emel, Zehra ve Ümmühan'ın evleri birbirine çok yakındı. Benim evimin yolu da onların mahallesinden geçiyordu. Okula da, Emeller'in evine de Bazilika’nın içindeki Raise Abla’nın yerinden geçerek giderdim.”

Emel Girit: “Bizim evlerimiz çok yakındı Turabey'de. Zehra geliyor, ben hazır oluyorum, ondan sonra gidip Ümmühan'ı alıyoruz. Nazmiye de katılıyor, okula da gezmeye de böyle buluşup beraber gidiyoruz. O zamanlar Bergama’nın yolları daracıktı. Tek bir arabanın geçebileceği yollardı, ikinci araba gelse geçemezdi. Yıldız Sineması’nın yanında Zeytinli Dede yatırının orada kıvrılıp, iyice daralırdı yol. Tam orada kızlarla oğlanlar kaçamak buluşur, birbirlerine mektup verirlerdi. Sonradan yıkılan küçük küçük dükkânlar vardı yol boyunca. Biz yollarda konuşa konuşa, dünyayı görmeden, neşe içinde yürürdük. Ekmek elden su gölden zamanları işte...”

Nazmiye Ovacık: “Erkek arkadaşlarımız olduğu için hepimiz neşeliydik. Bize kimse çatamazdı. Nasıl çatacak? Çete gibiydik. Hele Süheyla da varsa yanımızda kimse bir şey diyemezdi. Erkek gibiydi Süheyla. Serdaroğlu ailesindendi...”

Emel Girit: “Cumartesi günleri, artık nasıl geliştiyse, sinema günümüz olmuştu. Ne varsa gidiyorduk. Sinema günü ya gidilecek işte! Filmi kim takar ki zaten? Hangi film oynuyor diye pek taktığımız yoktu. Önemli olan sinemaya gitmekti. Haftada bir gün neticede, o günü değerlendirmek gerekiyordu. Sinema demek ki daha değişik bir kavramdı o zamanlar için.

Sinemaya gitmek! Özellikle Bergama'da... Kızların rahatça gidebileceği bir ortam değildi sanki. Annem her yere gidiyor, günlere gidiyor, gezmelerine gidiyor... Ben onunla gidebilirim her yere, hatta yalnız da gidebilirim. Belli bir serbestliğim vardı. İstediğim yere gidebiliyordum. Fazla hesap vermem gerekmiyordu. Ailemin bilgisi dahilinde arkadaşlarıma veya başka yerlere gidebiliyordum ama bu serbestliğe rağmen sinemaya giderken neden babama sorulması gerektiğini anlayamıyordum. Halen daha anlayabilmiş değilim. Bana çok güvenirlerdi aslında. Çevresel faktör önemliydi, diye düşünüyorum. Babamın, bulunduğu çevrenin ötesinde bazı düşünceleri vardı. Mesela cuma namazına gitmemek gibi… Babam esnaftı ve esnaflar cuma namazı vaktinde dükkânlarını kapatıp camiye giderken babam namaza gitmez ama dükkânı kapatıp eve gelirdi. İdare ediyordu yani. Sosyal baskıya göre davrandığını düşünüyorum. Bunun gibi beni de, kızını da düşünmek zorunda kalıyordu sanırım.

Ben babamdan direk izin alamazdım. Anneme söylerdim, annem babama söylerdi. O da insanda bir sıkıntı yaratıyor tabii. Keşke daha sonraki cesaretim o zamanlarda da olsaymış. Ama insanın olgunlaşması zaman alıyor. Maalesef onun farkına hemen varamıyorsun. O öyledir, diyerek kabulleniyorsun. Aslında konuşulmayacak bir baba da değildi ama neden öyle olmuş onu da bilemiyorum. Kimilerinin otoriter bir babası vardır, her şeyden çekinir filan... Bizde öyle bir durum yoktu. Annemi araya sokmaktansa daha başka türlüsünü tercih ederdim. Kendin gidip konuşsan, yanıtını kendin alsan daha iyi olacak gibi geliyor şimdi düşününce.

İşte böyle izinlerimizi filan alıp hazırlanıyor, süsleniyorduk sinema için. Giyinip kuşanıyorduk. Çizmelerimizi giyer hafif makyajımızı yapardık. Öğretmenlerimizle karşılaşmamayı umarak öyle giderdik sinemaya. Ah bir görmesinler! Gelip sınıfta laf ederlerdi çok kötü... ‘Bazı arkadaşlar çizmeleri çekmişler tepeye kadar, etekler kısalmış...’ diye konuşurlardı sınıfta. Buna bile söyleniyorlardı. Saçlarımızı uzatmamızı da pek istemezlerdi. Benim hep kısaydı mesela, kırkmalarım vardı. Uzatanların da örmesi gerekiyordu. O yüzden saçlarımıza pek bir şey yapamıyorduk.”

“Yıldız Sineması'nın yanında, Zeytinli Dede yatırının orada kıvrılıp, iyice daralırdı yol. Tam orada kızlarla oğlanlar kaçamak buluşur, birbirlerine mektup verirlerdi."

Bergama Kız Meslek Lisesi öğrencileri bir tören yürüyüşünde. 1960'lar
TLR makine_PNG.png

Bergama Kız Meslek Lisesi öğrencileri bir tören yürüyüşünde. 1960'lar

Fotoğraf: Gülşen Övünç Ayçil aile albümü

“Okuldan eve dönünce hemen yemek yiyip hazırlanmaya başlardık sinema için. Çünkü saat 14.00'te film başlayacak. Formamızı çıkartıp en güzel giysilerimizi, takımlarımızı giyerdik."

Nazmiye Ovacık: “Mini mini etekler giyerdim, kimse de bir şey demezdi. Bizim ailelerimiz bu konularda rahattı, biz hiç baskı görmedik. Her ailede böyle değildi tabii. Emel de öyleydi ama ben çok özgürdüm. Çünkü ailemde liseye giden ilk kız ben olmuştum. Onun verdiği bir rahatlık vardı. Lise 1'de cumartesi günleri sabahtan öğlene kadar ders vardı. Okuldan çıkınca sinemaya… Evden harçlığımızı da verirlerdi. Sinemalar da zaten yolumuzun üzerindeydi. Ne oynuyor, hangisi gelecek bilirdik. Herkes okuldan gelir üstünü başını değiştirir, güzel kıyafetlerini giyerdi. Takım elbiseler, çantalar… Ben makyaj yapmazdım ama çok güzel giyinirdik. Sonraları hafif hafif makyaj yapmaya başlayan arkadaşlarımızın makyajları akardı acıklı filmlerde. Çıkışta film hakkında yorumlar yapılırdı. Herkes filmdeki kişilerden birini kendilerine rol model olarak seçerdi. Yakışıklı oyunculara hayran olunur, kadın oyunculara özenilirdi. Kıyafetlerine özeniliyordu mesela... 14-15 yaşlarımızda biz de hep takım giyerdik. Benim amcamlar terziydi. Hasan Ovacık, Ramiz Ovacık... İkisi de... Biri erkek, biri kadın terzisiydi. Arasta'da karşılıklı dükkânları vardı. Çok ünlü terzilerdi. Bir de Hasan Karvel diye amcamın yanında yetişmiş bir kadın terzisi vardı. Onların diktiği tam altı tane takımım vardı. Etek ceket takımı... Rengârenk... Bordosu, siyahı, yeşili, sarısı, mavisi... Hepimizin öyleydi. İçinde bluzun, çantan, ayakkabın... Hepsi uyumlu. Saçlar... O zaman bir Fatma Girik saçı vardı, kulak arkası. Bir de Türkan Şoray modeli, karavel denilen... Dışa veya içe doğru kıvrık uçlu saçlar... 60'ların sonlarında apartman topuklu ayakkabılar giymeye başladık. İspanyol paça pantolonlarımız vardı. Yeşil, bordo... Dar beller, geniş paçalar... Erkekler dâhil herkesin mutlaka İspanyol paça pantolonları vardı.”

Emel Girit: “Okuldan eve dönünce hemen yemek yiyip hazırlanmaya başlardık sinema için. Çünkü saat 14.00'te film başlayacak. Formamızı çıkartıp en güzel giysilerimizi, takımlarımızı giyerdik. Kışın kaban modası vardı. İlk zamanlarda pantolon giyilmezdi, etek ve altına çizme giyerdik. Ya da ince çorap, kısa topuklu ayakkabı... Çaçaça topuk... Güzelce hazırlanırdım, Zehra gelir evin kapısına, Nazmiye gelir... Kapı açıktır zaten; açık dururdu kapılar. Sonra beraberce çıkıp Ümmühan'ı alırdık evinden. Kol kola o dar cadde boyunca yürürdük sinemaya doğru. Yeni Sinema ve Kermes Sineması'na gidiyorduk en çok. Cumhuriyet Sineması'na çok seyrek gitmişizdir. O taraf zaten cazip de değildi. Yakındı çünkü evlerimize. Yürümemiz, kendimizi göstermemiz gerekiyordu. Öbür tarafta kim görecek? Herkes çıkmış olacak sokaklara, sen de bu caddeden salına salına gideceksin…”

Nazmiye Ovacık: “Cebimizdeki harçlığımız sinemaya da, çereze de, pastaneye gitmeye de yetiyordu. Para problemimiz yoktu. Bazen çok kalabalık oluyorduk sinemaya giderken. Şükran oluyordu, İnci oluyordu... Onların arkadaşları falan... Epey bir kalabalık oluyorduk. Erkek arkadaşlarımız da sinemaya geliyordu ama onlar aşağıda, biz balkonda oturuyorduk. Ama sinemaya gelirken yolda karşılaşılır, konuşulurdu. Erkek arkadaşlar konusunda bir kısıtlama yoktu bize. Hepimizin bir flörtü vardı tabii. Okuldan çıkıp beraber yürürdük de... Sinemaya onlar ayrı gelirdi. Ama localarda erkek arkadaşlarımızla beraber oturduğumuz da oluyordu. Erkek arkadaşınız ile baş başa oturmazsınız tabii. İki erkek iki kız gibi, ancak öyle beraber oturulurdu. Ya da film aralarında insanlar birbirleriyle buluşup konuşurlardı. Zaten herkes, ailelerimiz filan erkek arkadaşlarımızı biliyorlardı. Filmler sessizce seyredilirdi. Öyle konuşmalar filan olmazdı. Genellikle Türk filmleri, sevda filmleriydi seyrettiklerimiz. Acıklı filmlerde herkes birbirine sarılıp ağlıyordu. Filmin sonu güzelse sevinçle çıkıyorduk dışarıya.”

Emel Girit: “O vakitler oyuncular bizim için çok önemliydi. O zamanın popüler oyuncuları varsa filmde mutlaka öncesinde konuşulurdu. Mesela Göksel Arsoy, Belgin Doruk gibi... Hülya Koçyiğit, Filiz Akın, Fatma Girik... Onların zamanıydı. Fikret Hakan, Ayhan Işık... Ayhan Işık annemin de özellikle çok sevdiği, hayran olduğu bir oyuncuydu. Sırf onu görmek için bir iki defa sinemaya gitmişliği bile vardır. Sinemanın içeriğinden çok sanırım oyuncular daha çok ilgimizi çekiyordu. Onu seyredersin, ona ölüp bitersin... Ayşeciklerde filan ağlıyorsun ama pek iz de bırakmıyor, geçip gidiyor belki de, bilemiyorum. Üniversite yıllarımda seyrettiğim Love Story gibi etkili değillerdi. Onda da ağlayarak çıkmıştık ama etkisi yıllarca devam etti. Onun heyecanını hala hissederim. Ama Ayşecik'ten aklımda kalan hiçbir şey yok.”

Nazmiye Ovacık: “O zamanlar yabancı filmler çok gelmiyordu. Çünkü o kültürde değildi insanlar.”

 

Emel Girit: “Sinemaların dışında başka başka küçük eğlencelerimiz olurdu. Hıdırellez'de çay boyuna gidilirdi mesela... Mayıs ayında... Mayıstan hazirana kadar olan dönemde Kozak yolunda çay boyuna gidilirdi. Herkes oraya gider. Derenin kenarında oturulacak yerler vardı. Kızlar da, erkekler de oradadır, sen de oraya gitmek istersin. O dönemde başka yere gitmek istemezsin. Haziranda oranın mevsimi biter, ondan sonra Gül Bahçesi, Çamlı Park zamanı başlar. Pazar günleri de oralara gidilir. Önemli olan herkesin aynı yere gidip birbirini görmesidir.”

Love Story. 1970
TLR makine_PNG.png

Love Story

1970

Manolya Pastanesi, Bergama.
TLR makine_PNG.png

Manolya Pastanesi. Fotoğraf: Geçmişten Günümüze Fotoğraflarla Bergama-Facebook sayfası

Nazmiye Ovacık: “Bizi ders çalışmakta bilirlerdi ama biz parkta bütün arkadaşlar, erkek arkadaşlarımız da muhakkak orada olurduk. O günlerin sevgililiğiyle bu zamanın sevgiliği çok başka bir şey. Yani el ele tutuşmak bile büyük bir hadiseydi o zamanlar. Mümkün değil neredeyse. Platonik gibi... Sekiz-on kişi bir arada, kahkahalar, sohbetler... Gül Park'ta, basamak basamak güllerin arasında oturur, çaylarımızı içer, sohbet ederdik. Misler gibi kokarlardı o güller. Rengârenk... Çok güzeldi. Bizim yerimiz orasıydı. En üst taraflara çıkınca iyice gözlerden uzak olurdun. Dersten kaçtığımızda oraya koşardık hemen. Sinema çıkışlarında da parka ya da pastaneye gidiyorduk. Hülya Pastanesi'ne... Bir de Manolya Pastanesi vardı... Karanlık çökmeden önce dönülürdü eve. Korkmaktan filan değil ama… Çünkü hiçbir şey olmazdı o zamanlar. Geleneksel olarak, öyle alışıldığı için hava kararmadan önce dönülürdü eve.”

Emel Girit: “Bizim gittiğimiz pastane sanırım Yeni Cami'nin oralarda, sol taraftaydı. Erkek arkadaşlarımızla birkaç kez oraya girmişliğimiz vardı. O zaman öyle bir yere girip oturmak da biraz cesaret ister ama yaptık onu da... Bazı böyle cesaret edip yaptıklarımız vardı. Mesela okulu ekip parka gitmek gibi... Resim dersiydi, sanki o önemsizmiş gibi... Aslında resmi de çok severdim. Hem yeteneğim var, hem çok sevdiğim bir ders ama başka dersleri asamayacağım için onu gözden çıkarmışım demek ki... Ama sonra açığa çıktı. Hoca bizi kenara çekip epey bir konuşmuştu...

Bir de dergiler vardı hayatımızda o zamanlar. Hayat, Ses, Fotoroman, Resimli Roman dergileri vardı. Biz Asude ile ben, Resimli Roman alıyorduk, bir de komşumuz bir Emel abla vardı, o da Fotoroman alıyordu. Okuyup değiş tokuş yapıyorduk. Hatıra defterimize o dergilerden, gazetelerden resimler kesip yapıştırırdık. Ben hep yabancı şarkıların sözlerini kesip yapıştırmışım. Sonra Amerika’ya yerleşince oraya götürdüm o defterlerimi. Özellikle şiir defterlerimi…”

Nazmiye Ovacık: “Ben babaannemle aynı odada kalıyordum. Dergilerden fotoğraf kesip ben de cama, aynaya falan yapıştırırdım. Türkan Şoray'a hayrandım, bir de Hülya Koçyiğit'e... Beni lise yıllarında Hülya Koçyiğit'e benzetirlerdi zaten. Benim defterlerim kayboldu yıllar içinde. Taşınırken filan kaybolup gitti hepsi.”

SİNEMADA

DÜĞÜN VAR

Sinemada Düğün Var

Bergama'nın sosyal hayatından ve Bergama sinemalarından bahsederken, sinema salonlarında sadece film izlenmediğini, konserler düzenlenip, düğün törenleri yapıldığının altını çizmek gerekiyor. Yazlık sinemalar başta olmak üzere hemen hemen tüm eski sinemalarda bazı günler film gösterimi durduruluyor, oturma düzeni değiştirilip orkestralı, danslı, pastalı, çiğdemli düğünler yapılıyordu.

Sinemacı Cavit’in oğlu Ogün Sarsılmaz, babasının çalıştırdığı sinemalardaki düğünleri anlatırken kendi düğününün de, kardeşinin sünnetiyle aynı akşam yazlık Onur Sineması’nda yapıldığını söylüyor:

 “Hepsinde, bütün sinemalarda olurdu. Düğün olduğu zamanlarda babam beni gönderir, onun yazdığı ‘Düğün var’ yazılarını afiş levhalarına astırırdı. Yaşım biraz büyüyünce bana bisiklet almıştı. Bütün levhalara gider asardım. Millet sinemaya gelmesin de mahcup olmayalım, diye…”

Cavit Sarsılmaz, oğullarının düğünlerini kendisinin işlettiği Onur Sineması'nda yapmıştı. 1989
Feyyaz Yengin ile Mualla Hanım'ın Cumhuriyet Sineması'ndaki 'gelin alma merasimi' davetiyesi. 1959
TLR makine_PNG.png

Feyyaz Yengin ile Mualla Hanım'ın evlilik törenlerinin 'gelin alma' kısmı, Yengin ailesinin işlettiği Cumhuriyet Sineması'nda yapılmıştı. 1959 Kaynak: Ercüment Yengin aile arşivi

TLR makine_PNG.png

Sinemacı Cavit Sarsılmaz ve eşi Münevver Hanım, büyük oğulları Ogün'ün düğünü ile küçük oğulları Onur'un sünnet düğününü aynı akşam, Atatürk Mahallesi'nde işlettikleri Onur Sineması'nda yapmışlardı. 1989 Fotoğraf: Münevver Sarsılmaz aile albümü

Sünnet düğününün 1958’de yazlık Şen Sineması’nda yapıldığını anlatan muhasebeci Mehmet Tevfik Olur, evlerinin 30-40 metre yakınındaki sinemanın afiş panolarında o gün Duvaklı Göl filminin afişinin olduğunu hatırlıyor.

Cumhuriyet Meydanı’ndaki Bergama Halkevi’nin yerine 1950’lerde açılan Halk Eğitim Merkezi’nin geniş salonu da düğünler için kullanılıyor fakat özellikle köylerden gelenler daha ziyade mütevazi büyüklükteki sinagogun ek binasına rağbet ediyordu. Halk arasında ‘Havra’ olarak anılan Yabets Sinagogu’nda yapılan köy düğünleri ve nişanlarda ikram edilecek yemekler de Yahudi Mahallesi’ndeki havranın yemekhanesinde hazırlanıyordu. Akşama doğru köylerden minibüsler gelmeye başlayınca çerezciler, şekerciler sinemaların önünden ayrılıp üç tekerlekli arabalarını havraya doğru sürüyorlardı.

DSLR makine_PNG.png

Macit Gönlügür - Bergama 2020 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 04:00

Emel Girit 60’lı yıllarda yapılan düğünlere, eğer sadece kadınlar katılıyorsa düğün, kadınlı erkekli katılınıyorsa balolu düğün denildiğini söylüyor. Daha önceki zamanlarda bir perdenin arkasında bando takımının müzik yaptığını, Çılgınlar Orkestrası’nın kurulmasıyla bunun değiştiğini anlatan Emel Hanım’ı, Çılgınlar’ın kurucusu Macit Gönlügür bu değişimin ayrıntılarını anlatarak doğruluyor:

“Çok eskiden Bergama'da Bergama Belediye Orkestrası vardı. Nefesli sazlar... Trompet, klarnet, saksafon… Bir de bandocu Emin Aga dönemi. Emin Abi de davul çalardı, bateri çalardı. O dönemde düğünlerde çalmak konusunda bir tane şart var, sahnedeki perde tamamen kapatılacak, orkestra onun arkasında çalacak. Düğünler kadın kadınaydı çünkü. Birbirlerini görmeyecekler yani...

1967-68 yılı gibi yani Çılgınlar'ın ilk dönemiydi, biz bu işi değiştirmeye karar verdik. Halk Eğitim'deki düğün işlerimizi Ali İhsan Güngül abimiz ayarlardı. Biz hiç paraya el sürmezdik. O takip ederdi her şeyimizi. Benim yaşım 17, arkadaşımın 16, ötekinin 18... 'Biz neden kapatalım bu perdeyi?' dedik. 'Bizden niye kaçıyor bu insanlar?'

Duvaklı Göl. 1958
TLR makine_PNG.png

Duvaklı Göl

1958

Ee nasıl yapacağız? 'Bir tarih koyalım.'  dedik. İki ay sonrasının bir cumartesi günü, Halk Eğitim’de çalıyoruz… O gün perdemizi açalım, kabul eden eder, etmeyen etmez. Ona göre biz de önlem alacağız. Biz beş kişiyiz, beşimiz de absürt yerlere gidip saklanacağız bir şey olursa. Kimse kimsenin nereye gideceğini bilmeyecek ama. Örneğin benim gittiğim yeri kimse bilmeyecek benden başka. Biz o düğünde açtık perdeyi. Arıcı İbrahim'in düğünü, İbrahim Akıncıtürk'ün... Açtık biz perdeleri, bekliyoruz. Ellerimiz ayaklarımız titreye titreye bekliyoruz. 17 yaşındasın ya! Bir geldiler gördüler... ‘Ooo, bu ne! Bunlar niye açık?' ‘Valla,’ dedik, ‘biz karar aldık, burada bundan sonra kapalı perdede düğün için çalınmayacak. Yalvarıyoruz size, bizi üzmeyin. Bizim moralimizi bozmayın.’ ‘Yok! Olmaz!' dediler, ‘Bizim sülale hacı sülalesi.’ dediler. ‘Yapma gözünü seveyim ya!' dedim. Ama asla kabul etmiyorlar, kapansın istiyorlar. ‘Pekiyi, kaç para vermiştiniz abi siz?', diye sordum. Mesela 250... ‘Al o zaman 250 lirayı!' Hiç unutmuyorum... ‘Al 250 liranı abicim!' Verdik parayı sonra da daha önce kararlaştırdığımız gibi beni kimsenin bulamayacağı bir yere gittim. Mümkün değil kimse beni bulamaz. Hepimiz ayrı bir yere gittik. Kaçtık. Tabii ki üzüldüm yani, İbrahim Abi’nin düğünü yarım kaldığı için. Ağlamışlar... Kocaman makaralı teypler getirip onu kurmuşlar, dans müziği koymuşlar... Ama böyle olmasın diye, açık tutalım perdeleri diye yalvarmıştım.

“Açtık biz perdeleri, bekliyoruz. Ellerimiz ayaklarımız titreye titreye bekliyoruz. 17 yaşındasın ya!"

Çılgınlar Orkestrası. 1967-68
TLR makine_PNG.png

Çılgınlar Orkestrası, kurulduğu günlerde... 1967-68

Fotoğraf: Ali İhsan Güngül aile albümü

Ertesi gün, günlerden pazar, başka bir düğünde perdeyi yine açtık. ‘Hop!' dediler ‘Bu ne böyle?' ‘Bakın,’ dedim ‘dün bunun kavgasını yaptık. Dün bir milattı. Biz burada bir reform yaptık. Hiçbir şekilde bundan sonra kapalı perde arkasında düğün çalınmayacak.’ O gün ‘Tamam, pekiyi hadi çalın.’ dediler. Ondan sonra da zaten bu şekilde devam etti. Orada bitti o kapalı perde düğünler. İnsanlar o günden sonra düğünlere konser izlemek için geliyorlardı. Gerçek anlamda orada sıradan bir müzik değil, son liste parçalarını dinliyorlardı. Günümüzde düğünlerde çalınanlar içler acısı. Yazık yani...”

Çılgınlar Orkestrası’nın yeniden asılmamak üzere indirdiği perde belli ki yıllar içinde unutulup gitmişti. İlhan Çarpıkoğlu, eşi Hacer Hanım ile kışlık Şen Sineması’nda 1985 yılında evlenirken, düğün orkestrası sahnenin hemen altında güzel müzikler çalıyor, konuklar kadın erkek bir arada dans ediyordu.

TLR makine_PNG.png

İlhan ve Hacer Çarpıoğlu'nun kışlık Şen Sineması'ndaki düğünü. 1985

Fotoğraflar: İlhan Çarpıkoğlu aile albümü

İlhan Çarpıkoğlu: “Biz aslında yazlık Şen Sineması’nda, açıkta yapacaktık düğünü. Çok yağmur yağdı, akşamdan başladı. Aynı gün oraya geçirdik. 12 Mayıs’tı. Video filan yoktu bizim düğünümüzde. Fotoğraflar var yalnız. Fotoğrafları da Ercan çekti. Foto Can. Ercan o dönemde Foto Fahri’nin yanında çalışıyordu. Çok cüzi bir paraya kiralamıştık sinemayı. Şimdinin parasıyla 300 lira gibiydi. Fotoğrafçı, orkestra ve ikramları ayrıca kendimiz ayarladık. Orkestra galiba Fahri ve kardeşleriydi. Üçü de Arasta’da terziydi.”

TLR makine_PNG.png

Suzan ve Ali Rıza Engel'in düğünü. Yakar ailesinin işlettiği Yeni Sinema'da yapılmıştı. 1975

Fotoğraflar: Suzan Engel aile albümü 

Dönemin sinemacıları filmlerden para kazanamadıkları zaman düğünlerin imdatlarına yetiştiğini söylüyorlar:

Bilge Aslanboğa: “Düğüne verdik mi masrafı çıkartıyorduk. Düğüne mesela 5 liraya veriyorsam, büfe de ayrıca 5 lira hasılat yapıyordu. Başka bir düğün salonu da yoktu o zamanlar. Ha bir de Halk Eğitim vardı. Düğün salonu olmayınca sinemada yapılıyordu. İşin güzel yanı düğün oldu mu gömleğin cebinde tomarla para olurdu. İş bitince gidiyor, kahvede okey oynuyorduk.”

Beytullah Özyıldız: “Düğün salonları yetersizdi Bergama'da. O yüzden düğünlere de vermeye başladık salonu. Cincibiri, kolayı alkol ile satıyoruz. Ama ne para kazanıyoruz düğünlerde! Bir yetmişlik votkadan dünyalar çıkıyor. Herkesi sarhoş yapıyorduk. Aç karnına bir içiyor, akşamın 10-12’si olmuş, adam zaten hemen sarhoş oluyor. Güven Sineması’nı kapattıktan sonra da bir süre düğün salonu olarak çalıştırdım zaten.”

Yılmaz Asık: “Yazlık Şen Sineması’nı kapattıktan sonra uzun zaman boş olarak düğünlere vermeye başladım. Aynı zamanda başka yerde yapılacak düğünlere de sandalye veriyordum. Hala da devam ediyorum o işe.”

Hüsnü Şenlendirici de çocukluk yıllarında sinemalardaki düğünlere gidip babasıyla beraber müzik yaptığını anlatıyor:

“Açık hava sinemaları yaz günlerinde düğünlere de ev sahipliği yapıyordu. Benim babam da müzisyen olduğu için onun yanında tef mef, derisiz tef çalmaya gidiyordum. Öyle anılarım da var o sinemalarda. Çok çaldım o düğünlerde. Hala da yapılıyor galiba bazı sinemaların içinde.”

Turabey Mahallesi'ndeki Şen Sineması'nın yazlık kısmında 2016 yılında yapılan bir düğün. Fotoğraf: Şahin Asık
TLR makine_PNG.png

Turabey Mahallesi'ndeki Şen

Sineması'nın yazlık kısmında

2016 yılında yapılan bir düğün. Fotoğraf: Şahin Asık

Günümüzde Bergama’nın dört bir yanında ve de sayıları her geçen gün artan düğün salonları var. Büyük otellerin bahçelerinden, havuz başlarından tutun da, sadece kır düğünleri için kurgulanmış mekânlara kadar pek çok seçeneğin olduğu Bergama’da açık hava otoparklarında ve kasabanın en eski sineması olan Şen Sineması’nda düğün yapmak da seçenekler arasında olmaya devam ediyor.

DSLR makine_PNG.png

Şahin Asık'ın işlettiği kışlık Şen Sineması'nda Seval ve Ufuk Akabay'ın düğünü.

Fotoğraflar: Yücel Tunca-2018

Bergama sinemaları üzerine bu araştırmayı yapmaya başladığım günlerde İlhan Çarpıkoğlu’nun da bahsettiği Turabey Mahallesi’ndeki Şen Sineması’nda bir düğüne katılma ve fotoğraflama şansı buldum. Ve tıpkı İlhan Bey'in anlattığı gibi sağanak yağmurlu bir gündü. Sinemanın giriş kısmında bir pamuk helvacı tezgâhını açmış, türlü türlü şekerlemelerini satmak için çocukların gelmesini bekliyordu. Fakat yoğun yağış nedeniyle hem davetlilerin, hem de çocukların sayısı çok azdı o akşam. Kızları Seval'i, Ufuk Akabay ile evlendiren Bergamalı Sert ailesi, sinemanın fuayesinde kendilerini yalnız bırakmayan konuklarını karşılıyor, gelenlere şeker ve kolonya ikram ediyorlardı.

Sinema salonunun oturma düzenini değiştirmişti işletmeci Şahin Asık. Ön bölümdeki eski usul ahşap koltukları sökmüş, bir kısmını yan duvarlara yaslamış, bir kısmını da depoya kaldırmıştı. Sahnenin önünde oluşan boşlukta dans edilecek, ilerleyen saatlerde takı töreni yapılacaktı. Bu kez sahnede orkestra yerine klavyesine bağlı harici belleğe yüklediği müzik dosyalarını çalarak misafirleri piste toplayan bir müzisyen vardı. Altı katlı pasta maketinin gelin ve damat tarafından kesiliyormuş gibi yapılmasından hemen sonra bir davulcuyla zurnacı ortaya çıkıp eğlencenin tansiyonunu yükseltecek, sahnede kenara çekilen müzisyen masa altından ufak ufak demlenirken, büyük tepsilere dizilmiş iki lokmalık yaş pastalar misafirlere servis edilecekti. 

Düğünün fotoğrafçısı yoktu ama bir kameraman kamerasının güçlü sarı ışığıyla, Şen Sineması’nın floresanlarla soluk biçimde aydınlanan atmosferini ısıtıyordu. Gelin ile damat muhtemelen kendileri için zor geçen düğün gününün stresini atmak için sanki hiç yorulmamış gibi kameranın önünde neşeyle dans ediyorlardı.  

Şahin Asık, salondaki yüksek sesten biraz uzakta, fuayedeki büfesinin önünde kısa bir kuyruk oluşturan konuklara içecek bir şeyler satarken, sinemanın kapısındaki pamuk helvacı o geceki satıştan umudunu kesip, yağmurun da dinmesini fırsat bilerek evine dönmek için tezgâhını topluyordu.

Çok geçmeden müziğin sustuğu salondan takı merasiminin başlayacağı anonsu duyuldu. Ortalık yatıştığında herkes sıraya girdi, takılar takılıp el öpüldü ve ardından düğünün kapanış müzikleri eşliğinde son dansa kalkıldı.

Bir geceliğine düğün salonuna dönüşen Şen Sineması, ertesi günün ilk seansından birkaç saat önce iyice havalandırılıp güzelce temizlenecek, koltuklar yerlerine konulacak ve günün seyircileri beklenecekti.

Şen Sineması'nın büfesinden bir kesit. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Şen Sineması'nın büfesinden bir kesit. 

Fotoğraf: Yücel Tunca-2018

“Sinema salonunun oturma düzenini değiştirmişti işletmeci Şahin Asık. Ön bölümdeki eski usul ahşap koltukları sökmüş; bir kısmını yan duvarlara yaslamış, bir kısmını da depoya kaldırmıştı."

YAZLIK YILDIZ SİNEMASI VE

BİR SİNEMA FENOMENİ CAVİT SARSILMAZ'IN HİKÂYESİNE GİRİŞ

Bir Fenomen: Cavit Sarsılmaz

Şimdi 60’ların hemen başlarına dönelim. Yer, İstiklal Meydanı. Cumhuriyet ve yazlık Yıldız sinemalarını işleten Yengin ailesi, 1961 ya da 62’de Yıldız Sineması’nı bırakırlar. 1920’lerde otel yapmak için inşaatına başlanan ancak büyük ekonomik kriz nedeniyle tamamlayamadığı binayı sinemaya dönüştürüp önce Bolşevik Cavid’e, sonra da Yengin ailesine kiraya veren Yıldız Sineması’nın mülk sahibi Ali Efendi (Ali Bozkırlıoğlu), kiracıları çıkınca sinemayı kendisi işletmeye karar verir. Tamirci Rüştü Çelikel’i de ortak alıp hazırlıkları tamamlar.

Sinemanın açılışında aksilikler yaşanır. Tam film başlamışken elektrik tellerine çarpan leylekler nedeniyle elektrik kesilir ve film gösterimi yarım kalır. O talihsiz geceye rağmen Ali Efendi azimle sinemacılığı sürdürür. Ali Efendi’nin oğlu, Ahmet Bozkırlıoğlu’nun anlattığı kadarıyla babasının bu maceraya atılmasının arka planında bir parça da inat vardır:

“Babam önceki işletmeciyle anlaşamayınca, ‘Kendim yaparım bu işi!' deyip, inat olsun diye işletmeye başlamış sinemayı. Sinemanın sandalyelerini Edremit'te yaptırıp getirmiş. Çınar ağacından yapılmış sandalyeler. Dağılmasınlar diye de beşerli beşerli birbirine çakılmış. 650-700 kişilik bir sinemaydı. Hint filmleri geldiği zaman zınga zıng dolardı. Bergamalılar Hint filmlerine aşıktı. Yerli filmler de, yabancı filmler de gösterilirdi. Artık nasıl denk geldiyse öyle alıp gelirdi filmleri İzmir'den. Arabayla ya da Ertaşlar veya Ferah vardı otobüs firmaları meşhurdu, onlarla gider gelirdi. Ortağı Rüştü Çelikel ile bir yılın sonunda ayrıldılar, babam ondan sonra tek başına üç sene kadar daha işletti orayı. Kısa sürdü.

Kara Talih. 1957
TLR makine_PNG.png

Kara Talih

1957

Yedi Kardeşe Yedi Gelin. 1954
TLR makine_PNG.png

Yedi Kardeşe Yedi Gelin

1954

Ben ortaokuldayken işletmeye başlamıştı sinemayı. 1961-62 yılı olabilir. İhtilalden sonraydı. Yıldız Sineması'ydı diye hatırlıyorum adını.

Hiç unutmuyorum Kara Talih filmi geldiğinde ben arabayla reklamını yapmıştım, megafonla. ‘Kara Talih! Bu kadın vaktiyle gençti, güzeldi, mesut bir ailenin çocuğuydu! Kara talih onu erkeklerin yolunda oyuncak yaptı. Kara Talih!' diye bağırıyordum. Yazılı olarak vermişlerdi tabii ne söyleyeceğimi. O günlerde sinemada yer gösterip, temizlik de yapıyordum. Sinemanın makinistliğini de Tikveşli Kumpir Mehmet vardı, o yapıyordu.

Bergama Çığır gazetesi. 3 Haziran 1963
TLR makine_PNG.png

Bergama Çığır gazetesi. 3 Haziran 1963

Kaynak: Milli Kütüphane Dijital Arşivi

Babam bir kez de Kumru diye anılan bir dansöz de getirdi sinemaya. Hemen aceleyle dansöz Kumru'nun oynayacağı ahşap bir sahne yaptılar. Babama da hiç yakışacak bir şey değil ama demek inat o noktaya getirdi babamı. Bir yandan da çiftçilik de yaptığı için oradan kazandığından sinemaya destek yapıyordu. Sinemadan para kazanamadı. Pamuk, tütün ekiyordu. Abilerim de zaten desteklemiyordu bu sinema işini. Yükleniyorlardı babama. ‘Sinemacılık yapıyorsun da ne oluyor?' diyorlardı.

Lise zamanımda hiç unutmam ikmale kalmıştım. 1962 gibi mi acaba? Evden kaçan genç bir kadın gelmişti. Ders çalışmam gerekiyordu. Bizim ailedekiler de beni ders çalış, ders çalış yukarıda, diyerek kadından uzak tutmaya çalışıyorlardı. O kadına ‘Akşama sinemaya gel.’ dedim. Bizim kaldığımız evler de o zaman sinemanın locası olarak kullanılıyor. Yeni açmıştı babam sinemayı o zamanlar. Aklıma göre filmi beraber izlerken kadını etkileyeceğim, belki bir şeyler olacak aramızda. Ve geldi sinemaya. Fakat başka bir arkadaşım daha geldi o akşam yanıma. ‘Bak sinemayı da açtılar, burnu büyüdü.’ falan diye konuşur diye, o psikolojiyle kıpırdayamadım yerimden film boyunca, o çocukla yapışık oturup filmi seyrettik.

O günlerden en çok aklımda kalan filmler King Kong, Yedi Kardeşe Yedi Gelin filmleri. Bunlar çok ilgi çeken filmler olmuştu. Beni etkileyen filmlerdendi bunlar. Özellikle Yedi Kardeşe Yedi Gelin... Kardeşler kızları kaçırıyordu... Dokuz Dağın Efesi diye bir yerli film vardı... Ama eleştiriliyordu da o filmlerin bazıları. Bir karış topuklu ayakkabıyla kız dağda geziyor, diye...

Dediğim gibi çok devam etmedi babam. Bizden sonra orası Cavit Sarsılmaz’a geçti. Bir zaman sonra onlar da kapattılar. İstimlak edilene kadar boş durdu. Pazar yeri yapmak için kamulaştırıldı sonrasında. Belediye Başkanı Ahmet Süter zamanında da, ‘74 ya da ‘75 yılında yıkıldı. Bizim o alandaki araziler belediye tarafından istimlak edilirken bir mobilet parasına elimizden çıktı. Oysa sırf sinemanın duvar taşlarının maliyeti bile çok daha fazlaydı.”

King Kong. 1933
TLR makine_PNG.png

King Kong

1933

Dokuz Dağın Efesi. 1958
TLR makine_PNG.png

Dokuz Dağın Efesi

1958

OsmanAga_web.jpg
palet_firca.jpg

Aydan Gelen Camcı Şerif, Dartanyan, Eczacı Sedat, etrafını çevirmişler Osman Aga’nın, sıkıştırıyorlar: “Yine gelen giden yok galiba sinemaya.” Osman Aga her zamanki gibi karşılık veriyor: “ Kum kaynar içerde be oğlum, kum kaynar!”

İllüstrasyon: Nermin Yağmur Erman, 2021

SİNEMACI CAVİT VE BABASI

NEVİ ŞAHSINA MÜNHASIR

OSMAN AGA

Cavit Sarsılmaz, Bergama’da bilinen lakaplı adıyla Sinemacı Cavit, kasabanın ilk filmlerini oynatmış olan Bolşevik Cavid’in belki de en küçük çıraklarından biriydi. 1940’larda henüz 9-10 yaşlarındayken Bolşevik Cavid’in Cumhuriyet Sineması’nda getir götür işleri yaparak mesleğe atılmıştı. Sinemayı süpürüyor, sık sık kopan filmleri yapıştırıyordu. Sinemacı Cavit, çok disiplinli olduğunu söylediği ustasını hep güzel sözlerle andı; onun kendisine işi öğretmekle kalmayıp her zaman sahip çıktığını, artık o eski insanların kalmadığını anlatırdı kendi çocuklarına.

Sinemacı Cavit işe Bergama’da başlayıp, bilgisini görgüsünü İzmir’deki İkbal Sineması’nda geliştirmiş, bonservisini almış. Askerliği de aradan çıkardıktan sonra 1960’ların başlarında yeri gelmiş ortaklarla, yeri gelmiş tek başına, peş peşe sinemalar açmaya başlamış Bergama’da: Yazlık Yıldız Sineması, kışlık Yıldız Sineması, yazlık Melek Sineması, yazlık Ferah Sineması ve son olarak da yazlık Onur Sineması…

Özellikle yazlık Yıldız Sineması’nda, İzmir’deki İkbal Sineması’nın müdürü Sahir Bey’in de desteğiyle çok güzel filmler gösteriliyordu. İstanbul’daki Konak Sineması’nda oynayan filmlerin bazen İzmir’den önce gösterime girdiği Yıldız Sineması o günlerde Bergama’nın gözdesi olmuştu.

Bu noktada bir parantez açıp, daha önce de değindiğim bir konuya geri dönelim. Bergama sinemalarının 30 yıl öncesine kadar açılış ve kapanış tarihlerine net bilgi olarak ulaşmak mümkün olamıyor. Tarihler hafızalarda belirsizleşmiş; daha çok yuvarlanmış biçimde hatırlanabiliyor. Bergama Belediyesi arşivleri de ne yazık ki 1990’lardan geriye doğru uzanmıyor. Hal böyle olunca sürece dair yer yer boşluklar oluşuyor, toplanan bilgiler de kısmen muğlak, bazen de farklı kişilerden elde edildikleri için çelişkili olabiliyor.

“Biri gelip 'Şişt Osman Aga, kaç ortaksınız be? diye soruyormuş mahsus. 'Bak!' diyormuş Osman Aga da, 'Ben, Ali, Rüştü, Cavit, bir de oğlum'... (...) Meğer oğlunu hep iki defa sayıyormuş

Osman Aga."

SES_JPG.jpg

Mehmet Kutlu anlatıyor.

00:00 / 01:52

Sinemacı Cavit’in askerlik ve İkbal Sineması deneyimlerinden sonra yaklaşık 10 yıl boyunca ne iş yaptığına dair bilgi boşluğumuz var. Ayrıca 30’lu yaşlarına geldiğinde ardı ardına sinemalar açan Sinemacı Cavit’in ilk sinemasının hangisi olduğuna dair de net bilgiye sahip olmadığımız için hikâyemize çelişkili bir bilgiyle devam etmek durumundayız: Daha önce Ahmet Bozkırlıoğlu’nun babası Ali Bozkırlıoğlu’nun, Rüştü Çelikel ile ortak olarak 1961 ya da 1962’de açtığını söylediği Yıldız Sineması’nın belli ki iki ortağı daha vardı. Bilgin Yasa’nın anlattığı bir anı bu ihtimalin de oldukça yüksek olduğunu gösteriyor:

“Ali (Bozkırlıoğlu), Cavit (Sarsılmaz), Osman Aga (Cavit Sarsılmaz’ın babası), Rüştü (Çelikel)... Bunlar sinemanın ortaklarıydı. Biri gelip ‘Şişt Osman Aga, kaç ortaksınız be?' diye soruyormuş mahsus. ‘Bak!' diyormuş Osman Aga da, ‘Ben, Ali, Rüştü, Cavit, bir de oğlum...' ‘Osman Aga kendine gel!' diyorlarmış, ‘Kaç ortaksınız?' Tekrar sayıyormuş: ‘Ben, Ali, Rüştü, Cavit, bir de oğlum.’ ‘Eee, beş çıkıyor ama!' diyormuş soranlar. Meğer oğlunu hep iki defa sayıyormuş Osman Aga.”

Sinemacı Cavit’in eşi Münevver Sarsılmaz da, 1965 yılında evlendiklerinde yazlık Melek ve Yıldız sinemalarıyla, kışlık Yıldız Sineması’nın açık olduğunu söylüyor. Bu durumda üç sinemanın da 1961-64 yılları arasında açıldığını fakat tarih sırasıyla bir liste yapamayacağımızı kabul etmemiz gerekiyor.

Osman Aga’ya dönelim… Ali İhsan Süter, Cavit Sarsılmaz’ın babası -‘Reis’ de dedikleri- Osman Aga’nın kendi mandıralarında uzun zaman çalıştığını, Cavit’in dışında bir de Belediye Zabıta Amiri olan Sami adında büyük oğlu olduğunu söylüyor. Bolşevik Cavid’in kızı Nermin Kalay ise bir kardeşten daha bahsediyor:

“Cavit Sarsılmaz da babamın yanında çalışıyordu. Babamın yanında yetişti. Cavit'in bir kardeşi vardı, yürüyemiyordu. O da hep kardeşini sırtında taşıyıp sinemaya getiriyor, film seyrettiriyordu.”

 

Bilebildiğimiz kadarıyla biri kız, dört çocuklu, mandırada çalışmış, Osmanlı Arastası’nın hemen arkasındaki Peynir Pazarı’nda peynircilik yapmış olan Osman Aga konuşkan, şakacı, biraz ağzı bozuk, sade bir Bergamalı idi. Ortanca oğlu Cavit’in sinemacılığından gurur duyuyordu. Sinemalardan birinin kapısında oturur, giren çıkanla şakalaşırdı. Kimileri de ona sataşmaktan keyif alırdı.

Bilgin Yasa anlatıyor:

“Bizim Dartanyanlar, Paçavra Şerifler, Patat Mehmetler, Duçi Müfitler, Eczacı Sedatlar... Say say bitmez, say sayabildiğin kadar bizim tipleri... Paçavra Şerif dediğim de Aydan Gelen Camcı Şerif... Bunlar öyle tipler ki Bergama'da, şeytanın allahı yani... Şimdi Osman Aga kapıda oturuyor böyle, Dartanyan gelip, ‘Ne biçim film bu be, kimse gelmez bu filme!' diyormuş. O gidince arkadan Paçavra Şerif geliyor, ‘Allah allah! Böyle film mi olur be!' diyormuş. Osman Aga başlıyormuş kımıldamaya... Patat Mehmet de geliyormuş aynı şekilde... Film kötü, film kötü... ‘Hass..tirin be kodoşlar!' diye çıkışıyormuş sonunda Osman Aga, ‘Siz film görmemişsiniz!' deyip bağırıyormuş içeriye: ‘A be Cavit! Oynat o kobra filmini görsün bunlar!' Kobra filmi dediği de kovboy filmi yani...

Bir gün gelmiş kahveye Osman Aga. ‘Benim’ demiş ‘oğluma 20 bin dolar vermiş Amerikalılar, gitmez ama orada makinistlik yapmaya.’ Kahvedekiler, ‘Hadi be oradan!' demişler, gülmüşler. O da kızmış. O da onlara ‘Hadiyin be oradan!' demiş, ‘Benim oğlum makinisttir, isterse 20 dakika durdurur Ayhan Işık'ı sahnede!'

Daha da enteresanı... Yahudi Mahallesi’ndeki tütün deposunu sinema yapıyorlarmış (Kışlık Yıldız Sineması-YT) Sinema işleyecek hale getiriliyor. Açılacağı vakit belediyeden zabıtalar geliyor denetlemeye. Zabıtalardan bir tanesi de Cavit'in abisi Sami, Osman Aga'nın öbür oğlu... Fen memurunun yanında o da var... Ruhsat verilecek sinemaya. Her tarafa bakıyorlar, havalandırmasına vesaire... Tuvalete bir gidiyorlar, Yunt Dağı'nın köy tuvaleti gibi! Fen memuru diyor ki ‘Osman Aga, bu tuvaletler olmamış böyle. Yapın, değiştirin. Olmaz böyle, sağlığa aykırı.’ diyor. Osman Aga başlıyor, ‘Şu kadar masraf ettik, bu kadar masraf ettik. Yapma etme!' diye yalvarıyor. ‘Olmaz!' diyorlar ‘Bunu yapacaksın.’ Bizimki de ısrar ediyor, ‘Memur bey halledelim bu meseleyi.’ diye... Ama Osman Aga sinirlenmeye de başlıyor. Zabıtadaki oğlu bakıyor babası sinirleniyor, iş büyüyecek... ‘Ya baba bırak allahını seversen!', diyor. Osman Aga iyice sinirleniyor bunun üzerine: ‘Oğlum oğlum! Hain oğlum! S.keyim senin sülaleni! Yıkın be memur bey! Yıkın! A be bu pezevenkler sıçmaya mı gelecekler sinemaya, film seyretmeye mi?' diyor.

Çok renkli bir adamdı Osman Aga. Ağzında diş yok, esmer tenli…

Şimdi bir gün sinema oynuyor... Adamın biri yorgun argın uyuklamaya başlamış film oynarken. Osman Aga bir görüyor bunu. Koşa koşa gidiyor, bir yumruk sırtına! ‘Kalk be kodoş!' diyor, ‘Uyursunuz uyursunuz, görürsünüz kötü rüya, sonra dersiniz film kötüydü, s.ktirin gidin başka yerde uyuyun!'

“Ruhsat verilecek sinemaya. Her tarafına bakıyorlar, havalandırmasına vesaire... Tuvalete bir gidiyorlar, Yunt Dağı'nın köy tuvaleti gibi!"

Bazen ‘Akşam kimse yokmuş sinemada, bomboşmuş... Üç kişi bile yokmuş içeride.’ diyerek kızdırırlarmış Osman Aga’yı. Dartanyanlar, Paçavra Şerifler yine... ‘Ha s.ktirin be kodoşlar!' dermiş Osman Aga, ‘Yalnız ağaçlarda vardı 20 bin kişi, ne konuşursunuz siz?'

Osman Aga sinemada seyircinin az olduğu akşamlarda film başlamadan hemen önce köşe başına çıkıp ayak sesi dinler, yaklaşan biri olduğunu duyarsa oğluna seslenirmiş: ‘Caviiit! Yavaş ol! Gelen var!' ‘İçerde seyirci var mı?' diye soran olduğunda da ‘Kum kaynar be oğlum, kum kaynar!' dermiş Osman Aga.”

SİNEMACI CAVİT SARSILMAZ'IN EŞİ MÜNEVVER HANIM ANLATIYOR

Sinemacı Cavit, 1965 yılında Münevver Hanım ile evlenmişti. Hemen bir yıl sonra 1966’da ilk çocukları Ogün dünyaya geldi ve fakat aynı yıl içinde Osman Aga hayatını kaybetti.

Münevver Hanım, 34 yaşındaki Cavit Bey ile evlendiğinde henüz 17 yaşındadır. Hazırlıksız biçimde, erkenden içine düştüğü evlilik hayatı Münevver Hanım için oldukça zorlu geçecektir.

Münevver Sarsılmaz. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Münevver Sarsılmaz.

Bergama, 2019 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 01:23

Münevver Hanım o yılları şöyle anlatıyor:

“Ben 11 yaşında Bergama’dan İstanbul'a gittim. İlkokulu bitirdim. Annem İstanbulluydu, doğma büyüme. Yeni Mahalle'de sosyal sigortalarda hemşireydi. Biz Kadıköy'de, Altıyol'da oturuyorduk anneannemle. Orada 5 sene kaldım. Annem bırakmış gitmiş, babam da ben 4 yaşındayken ölmüş. Öncesinde, 11’ime kadar Bergama'da babaannem büyütmüştü beni. 17 yaşımda olduğum yaz, gezmeye diye geldim tekrardan Bergama’ya ve 28 gün içinde evlendim. Hala da geziyorum herhalde burada!

Münevver ve Cavit Sarsılmaz. 1965
TLR makine_PNG.png

Münevver ve Cavit Sarsılmaz. 1965

Fotoğraf: Münevver Sarsılmaz aile albümü

Amcamın evi sinemaya çok yakındı. Yıldız Sineması'na... Cavit Bey beni görmüş, amcama söylemiş. Ben istemedim yaş farkı çok diye. Fakat amcam benim kimliğimi vermiş, nikâh işlemleri bitmiş, benim sonradan haberim oldu. Çok üzüldüm. Öylece evlendik işte. O zamanlar itiraz hakkı yoktu ki insanların. Büyükler ne derse o oluyordu. Çok kıskançlık çektim senelerce. Kapı dışarı çıkarmadı. Üstümden kapıyı kilitledi gitti. 25 sene hiç oturup beraber akşam yemeği yemedim. O hep sinemadaydı, ben çocuklarla evde. 17 sene İstiklal Meydanı'ndan geçmedim. Geçirtmedi, yasaktı. Kale Mahallesi'nde eski Gazipaşa okullarının altındaydı evimiz. 30 sene orada oturdum. Biraz acı bir hikâye benimkisi.

MUSIC_PNG.png

Impulses - 07 Impulse 6

Serkan L. Karaman

00:00 / 04:02

İki oğlum, bir kızım oldu. 25 sene yemekleri sadece onlarla yedim. Cavit Bey hep sinemadaydı, hiç tatili yoktu. Sinemacılığın fedakârlığı da çok. Cumartesi pazarı yok, tatili yok, gezmesi yok. Bir gün bile tatile çıkmadık beraber. 31-32 sene evli kaldık, benim hatırladığım sadece bir defa ablasına Zonguldak'a gittik. İki defa denize, bir defa da İzmir Fuarı'na gittik.

Geç geliyordu eve. İçiyordu biraz ilk zamanlarda. Bir büyük içerdi, içtiğini anlamazdın. Gece 2'de, 3'te gelirdi eve. Sabah kalkması 10’u, 11'i bulurdu. Bir iki lokma yer, çıkardı. Yine gece 2'ye, 3'e ancak dönerdi. Pek sohbetimiz, bir şey paylaştığımız da yoktu. O kendi hayatında, ben çocuklarla evde... Ömrü böyle geçirdik.

İlk zamanlar çok seyrek de olsa gelip alıyordu beni, sinemaya götürüyordu. Kimseler görmesin diye film başladıktan sonra... Ara vermeden önce ben makine dairesine giriyordum, film oynatılan yere. İkinci yarı başladıktan sonra tekrar gidip oturuyordum salona. Film bitmeden tekrar makine dairesine... Sonra eve geliyorduk. Böyle bir hayatım oldu senelerce. Sadece kendi işlettiği sinemaya gidiyorduk, başka türlüsüne imkân var mı? Kadın arkadaşlarımla bile sinemaya gidemedim. İmkânsızdı. Ne zaman kızım liseyi bitirdi, o zaman biraz serbestlik tanıdı. Yavaş yavaş çarşıya pazara çıkmaya başladım.

Sevimli Haydut. 1962
TLR makine_PNG.png

Sevimli Haydut

1962

Kızgın Damdaki Kedi. 1958
TLR makine_PNG.png

Kızgın Damdaki Kedi

1958

Çöl Kanunu. 1964
TLR makine_PNG.png

Çöl Kanunu

1964

Ben sinemayı zaten çok severdim. Dedemin evi Şadırvan Camii'nin oradaydı. Yazlık Şen Sineması vardı ona yakın. Bizim evimiz Viran Kapı'nın biraz altındaydı. Oradan görünüyordu sinema. Her yeni film geldiğinde ‘Dede n’olur sinemaya gidelim’, diyordum. O da ‘Ben seni büyüyünce sinemacıya vereceğim.’ diyordu. Bakın, gerçek bunlar! Sonra gerçekten de sinemacıya gittim. Demek ki bir şeyi kırk kere söylersen oluyormuş.

O zamanlar çok güzeldi sinemalar. Ben aslında pek Türk filmlerini sevmem. Mesela İstanbul Kadıköy'de Reks Sineması vardı, Yurt Sineması vardı... Reks hep yabancı film getiriyordu. Sevimli Haydutlar, Kızgın Damdaki Kediler... Şimdi hâlâ da Türk filmi sevmem. Daha çok belgeseller, yabancı filmler izlerim.

İlkokula giderken, Yeni Sinema'ya Çöl Kanunu diye bir film geldi. Okulla gitmiştik. O filmi 70 yaşına geldim, hala unutamadım. O kadar güzel bir filmdi! O çöl hayatı çok farklı gelmişti bana. Bir de Jean-Paul Belmondo ile Claudia Cardinale’in oynadıkları Sevimli Haydut filmi... Onu da hiç unutamadım. Eski filmler çok daha güzeldi. Hani nerede şimdi? Hiçbir şeyin tadı tuzu yok. Ne insanların, ne başka bir şeyin...

Türk filmleri gösterirdi Cavit Bey sinemalarında. Ferdi Tayfurlar, Orhan Gencebaylar, sonra Cüneyt Arkınların çıktığı zamanlar sinema sabah 10 gibi başlar gün boyu dört beş seans yapardı. Yer bulamazsın ayakta. O kadar kalabalık oluyordu. Çoğu millet böyle arkada ayakta seyrederdi. Halbuki yarın akşam yine oynayacak, ne gerek var? Eksik kalmayalım diye dolar taşardı. Çok güzel zamanlar oldu. O güzel zamanlarda kadınlar sarma tenceresi unuturlarmış sinemalarda. Hanımın biri getirmiş, çok güzel bir film varmış, sarmış sarmayı tencereye koymuş, sonra film bitince bırakmış gitmiş. Ağlayan mı ararsın, bayılan mı ararsın... Başka eğlence yeri yoktu ki! Bir tek sinema vardı. Televizyon yok, çoğu evlerde radyo bile yoktu. Burası biraz kırsal gibiydi... Pek bir şey yoktu.

Cavit Bey, Melek Sineması'nı, yazlık Yıldız Sineması'nı, kışlık Yıldız Sineması'nı işletti, bir de Şeytankırı'ndaki yazlık Onur Sineması'nı dört-beş sene işletti. Hala duruyor onun yeri. (Yerine apartman yapılması için 2020 yılının sonbaharında yıkıldı.–YT) Kışlık Yıldız Sineması'nı 1960'ların başlarında açmış. Melek Sineması da ben Bergama'ya geldiğimde açıktı. Kışın kışlık Yıldız'ı, yazın Melek'i işletiyordu. Bir de Yıldız Garajı'ndaki yazlık Yıldız Sineması'nı...

Münevver Sarsılmaz. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Münevver Sarsılmaz. Bergama, 2019 

Fotoğraf: Yücel Tunca

Melek Sineması'nı akşamüstü suluyorlardı buz gibi... Havası serin olurdu, kavak

ağaçları vardı etrafında. Kapıdan girince solda olduğu gibi kavak ağaçları vardı. Geceleri efil efil esti mi o kavak yaprakları öyle bir güzel sesler çıkarırdı ki! Sinemanın havası güzel olunca film seyretmesi de güzel oluyordu.

Kışlık Yıldız Sineması'nın arka tarafında bölük bölük localar vardı. Aileler otursun diye... 5-6 tane loca vardı. Dört kişi filan oturabiliyordu, önleri açıktı ama… Suntayla yapılmış küçük küçük bölmeler...  Sinemanın zemini kademe kademeydi aşağıya kadar. Girişte sağda makine dairesi vardı. Solda gişe vardı. İçeriye girince büfe solda... Arkada kocaman bir depo vardı. İçeriye soba kuruyorlardı ama koca sinemaya soba ne der! Fakat çok kalabalık olduğu için zaten insan nefesiyle de ısınıyordu.

2020 yılında yıkılan Onur Sineması. 2019. Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

2020 yılında, yerine apartman yapmak için yıkılan Onur Sineması. 2019 

Fotoğraf: Yücel Tunca

Küçük oğlum Onur 1982'li; onun adıyla Onur Sineması da herhalde 1985'te filan açıldı. Ogün’ün düğünü ile Onur’un sünnetini bir arada o sinemada yaptık. 1989 yılı filandı herhalde.

Büyük oğlum Ogün doğduğunda ben 18 yaşındaydım. Ogün ortaokula başladığında sinemada babasının yanında çalışmaya başladı. Çok aksiydi babası. Yanına giren çalışmıyordu. Onun için bu çocuğu aldı yanına. Ogün'ü yetiştirdi. Film almaya filan hep Ogün gidiyordu. Badana boya, temizlik işlerini de hep Ogün yapıyordu. Dediğim gibi babası zor bir insandı. Anlaşmak zordu Ogün için de...

Münevver ve Cavit Sarsılmaz Onur Sineması'nda çocuklarının düğününde. 1989
TLR makine_PNG.png

Münevver ve Cavit Sarsılmaz, 1989 yılında büyük oğulları Ogün'ün düğününü ve küçük oğulları Onur'un sünnetini, Cavit Bey'in işlettiği yazlık Onur Sineması'nda yapmışlardı. Fotoğraf: Münevver Sarsılmaz aile albümü

Sinemalar kapanınca Ogün de öylece boşlukta kaldı. Son zamanlarda işler hiç kalmamıştı. On kişiyle, on beş kişiyle sinema oynuyordu. Milletin artık evinde televizyon vardı. Önceleri mesela Ferdi Tayfur'un filmlerinde, çok güzeldi, dolardı sinema. O zaman kazanılan parayı tutmayı bilemedi. Sonraları ben dikiş dikmeye başladım, en az üç-dört sene dikişten kazandığım paralarla o gidip film alıyordu. Böyle idare etti kaç sene. Ben de sonunda ‘Kapat artık.’ dedim. Sonra şükür kapattı. Kapatınca da rahatlamadık çünkü hiç birikim yoktu. Üç sene hiç çalışmadı. Emeklisi yoktu. Ben dikiş diktim, evi idare ettim. Sonra o pazartesi günleri peynir satmaya başladı. Cuma pazarında... Orası peynir pazarıydı önceden.”

YAHUDİ MAHALLESİ'NDE BİR SİNEMA: YILDIZ SİNEMASI

Halen Kale Mahallesi’nde yaşayan ve Sarsılmaz ailesi ile komşuluk yapmış olan Cengiz (Efe) Kızılık, Cavit Sarsılmaz’ın sinemalarında çalıştığı yılları şöyle anlatıyor:

“1964, 1965’lerde Melek Sineması’nda, bir de Yıldız Sineması’nda çalıştım. İkisi de Cavit Abi’nindi. Gidiyordum yanına. Cavit Sarsılmaz, yanı başımızda komşumuzdu. Güngör isminde bir kardeşi vardı. Ulu Cami’nin karşısındaki şelalede yüzerken boğulmuştu.

O yıllarda esas Sümerbank’ta fabrikada çalışıyordum. Üç vardiya çalışıyorduk. Mesela 7-3 vardiyasında fabrikadan çıktıktan sonra gidiyordum sinemaya. Bilet kesiyordum, makine dairesine giriyordum, yani her şeyi yapıyordum orada. Cavit Abi ölene kadar gidip geldim, çalıştım. Aşağı yukarı 10-15 yıl… Gündüzleri hem fabrikada, hem başka işlerde çalışıyordum. Eve ekmek götürebilmek için… Akşamları sinema… Eğlence… Âlem sinemada bilet parası veriyordu, ben bilet parası vermiyorum, çerezimi yiyorum, gazozumu içiyorum. Hizmet ediyordum bunun karşılığında. Ara sıra da bahşiş veriyordu bana.

“Cavit Abi büyük kalemlerle uğraşırken, ben parça kalemleri birbirine yapıştırıyordum tutkalla. (...) O da benim yaptığımı görüp, 'Ulan amma kafan çalışıyor senin yahu! Ben bunları atacaktım.' diyordu."

Cavit Abi bana makinistliği öğreten adamdır. O zamanlar çift kalemler (kömür çubukları-YT) vardı. Onların ışığı aynadan yansıtılıyordu. Filmleri öyle gösteriyorduk. Cavit Abi büyük kalemlerle uğraşırken, ben parça kalemleri birbirine yapıştırıyordum tutkalla. Yapıştırıp uzatıyordum boylarını. O da benim yaptığımı görüp, ‘Ulan amma kafan çalışıyor senin yahu! Ben bunları atacaktım.’ diyordu. Ben de zebil olmasınlar diye onları yapıştırıp kullanıyordum. Ama tam oraya geldiğinde dikkat ediyordum. Biraz daha fazla çeviriyordum ileriye versin diye kalemi. İleriye verdiğin zaman hafif bir kararma yapıyordu ama hemen temasa geçtiği için yine film devam ediyordu. Filmi bozmuyordum yani. Cavit Abi o yüzden beni çok severdi. Oğlu Ogün de benim elimde büyüdü burada. Şu anda Kızıl Avlu’da turistik eşyalar satıyor.”

 

Sinemacı Cavit ve Münevver Hanım’ın Kale Mahallesi’ndeki komşularından biri de Nazmiye Ovacık idi. Nazmiye Hanım, ‘Çok güzel bir kadındı.’ diye tarif ettiği Münevver Hanım ile düğünlere gittiklerini, mahallede komşuluk yaptıklarını anlatırken kışlık Yıldız Sineması’ndan da bahsediyor:

DSLR makine_PNG.png

Cengiz Kızılık - Bergama 2021 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 01:13

“Turabey'deki Yıldız Sineması'na da giderdik gençliğimizde. Mahallemize yakın olduğu için bizi pek açmıyordu. Daha uzaktaki sinemalara yürümemiz lazımdı. Bizi görmeleri lazımdı. Hoşumuza gidiyordu seyredilmek, beğenilmek. Hakkımızda söylenenleri duymak... Üstelik Yıldız Sineması çirkin, dam gibi bir sinemaydı.”

Nejat Simit, Cavit Sarsılmaz’ın, yer sahibi Kesekağıtçı lakaplı Halil Alçelik ile ortak olarak açtıkları, halk arasında ‘Yahudi’nin palamut deposu’ olarak bilinen kışlık Yıldız Sineması’na farklı yaklaşıyor:

“Yıldız Sineması, Cumhuriyet Sineması ile birlikte halkın en çok teveccüh gösterdiği sinemaydı. Kış akşamlarında insanların en büyük eğlencesiydi. Müthiş bir kalabalık toplaşırdı bu sinemalara. Her gün, her akşam! Oradaki bir filme gitmek, film izlemek dünyanın keşfi, uzayın keşfi gibi bir şey olsa gerek o zamanın insanları için.

Kışlık Yıldız Sineması’ndan 'deve damı' diye söz edilirdi. Ama insanlar gene de oraya giderdi. Çünkü şehir içindeydi, halka daha yakın bir konumdaydı. Mahalle itibariyle Yahudi Mahallesi’ndeydi, resmi adıyla Turabey Mahallesi’nde... İnsanların büyük çoğunluğu Akropol'ün eteklerindeki Kale Mahallesi’nde yaşıyordu, sinemanın olduğu bölgeye yakınlardı. Sıcak bir atmosfer vardı oralarda bana göre. Filmler başlamadan önce çalınan Müzeyyen Senar, Safiye Ayla plaklarının cızırtısıyla filmi beklemek... Başka bir olaydı bunlar. Şimdi o günleri yaşamayan kişiye anlatmak bence bir anlam ifade etmez. İlla ki onu yaşamış olmak gerekiyor.”

Yüksel Simit de destekliyor kuzenini:

“En mistik sinema Yıldız Sineması'ydı. Havası bir başkaydı. Hala da öyle. Sinemadan bir çıkıyorsun, Yahudi Mahallesi, Yanık Konak falan... Hangi taraftan gidersen git nostaljinin içinden geçiyorsun. O eski binaların arasından... Yerler o zamanlar tam Arnavut kaldırımı... Oralardan yürümek bile bir zevkti yani. İnönü Caddesi yoktu o zamanlar. Foto Mustafa'nın oradan giriyorsunuz, daracık bir sokaktan döne döne sinemanın önüne çıkıyorsun. Her tarafı tarihtir oraların.”

SES_JPG.jpg

Emel Girit anlatıyor.

00:00 / 02:06
Selvi Boylum Al Yazmalım. 1977
TLR makine_PNG.png

Selvi Boylum Al Yazmalım

1977

Emel Girit, ilk gençlik yıllarında oturdukları eve çok yakın olan kışlık Yıldız Sineması’nın açılışını hatırlıyor:

“Çocukluğumda aile olarak çok sinemaya gitmezdik. Anne ve babamın pek ilgisi yoktu. Babam hoşlanmazdı sinemadan, annemin de migreni vardı, kalabalık yerlere giremezdi. Onun için ailecek sinemaya gitmişliğimiz yok. Turabey Mahallesi'nde kirada yaşıyorduk. Yahudi Mahallesi de deniliyordu o zamanlar. Yıldız Sineması’nın hemen yakınındaydı evimiz. Zeytin Dede yatırının oradaydı; sinemanın yanında. Biz orada yaşarken sanırım 60'ların başlarında açıldı. Yani Yıldız Sineması çocukluğumda, tütün deposuydu. Hatta köşesinde de bir bakkal vardı. Ali Bakkal idi galiba. Oradan Mabel sakız aldığımı hatırlıyorum. Bir de şunu hatırlıyorum: Tütün deposunda çalışan, yakın bir arkadaşımın ilgilendiği biri vardı. Oranın sorumlusu gibi biriydi. Yaşça da bizden biraz büyüktü ama yakışıklıydı, arkadaşımın o yüzden ilgisi vardı o kişiye. Kendi aramızda konuşurduk. Demek ki tam çocukluktan genç kızlığa geçiş zamanlarıymış. Aslında bizim için çok da cazip bir sinema değildi. Çünkü genç kız iken biraz daha uzak yerlere gitmek istiyorduk. Hafta sonları filan gidiliyordu zaten sinemaya. Yıldız Sineması'na yeni açılmış olmasına rağmen pek gitmediğimiz için içini filan pek hatırlamıyorum. Sayılı gittim herhalde. Eve çok yakın ve mahalle içinde olması bizim için dezavantaj oluyordu. Çok da karanlık bir sinemaydı. Yani insana pek iç açıcı gelmiyordu. Filmleri de galiba pek ilgimizi çekmiyordu. Yerli filmler gösterilirdi. Zaten Cumhuriyet Sineması dışındaki sinemalarda genelde hep yerli film gösterilirdi.”

İlhan Çarpıkoğlu ise kışlık Yıldız Sineması’nın mahalleliden rağbet gördüğünü, 60’lı yıllar ile 70’lerin ikinci yarısına kadar, sinemacı ağzı ile ‘kapılar açık film oynatıldığını' hatırlıyor:

“Yıldız Sineması mahallemizdeydi. Cavit Bey'in ilk zamanlarında aile filmleri, düzgün filmler gelirdi. Mahallemizin bütün insanları, özellikle de kadınlar gündüz matinesine giderdi. Çarşamba günleri sırf kadınlar için matine yapılırdı. Sarmalar, dolmalar, kurabiyeler, börekler falan götürülürdü sinemaya. Arada filan mı yiyorlardı, bilemiyorum. Gidenlerin hazırlıklı gittiklerini biliyorum ama. Acıklı Türk filmlerini severdi insanlar. Türkan Şoray, Filiz Akın, Hülya Koçyiğit veya daha da eski Muhterem Nur'lu filmler...

Genelde gündüz matinelerinde Türk filmleri gösterilir ama akşamları yabancı filmler de olurdu. Gençlere yönelik karate filmleri vardı. Amerikan filmleri, vurdulu kırdılı, ajanlı... İşte onlara çok giderdi insanlar. Selvi Boylum Al Yazmalım filmini hiç unutamam. Bir de Kurtuluş Savaşı ile ilgili bir film seyretmiştim, Yüzbaşı Kemal diye bir film. Onu hem de iki defa seyrettim.”

Cavit Bey film gösterimlerinin yanı sıra zaman zaman diğer sinemalarda da yapıldığı gibi farklı organizasyonlar gerçekleştirirdi. Hakkı Özlü anlatıyor:

“Bizim sinemaya (Kermes Sineması-YT) dansözler gelmişti. Kermes ile Yıldız Sineması ortak yapmışlar bu işi. Cavit de aynı dansözleri oynatacaktı yani. Cavit'in sinemaya bir taksi tutup ben götürdüm onları. Hatta soyunma yeri yoktu sinemada; çuvallardan bir soyunma yeri yapmış Cavit. Önünde bekliyoruz biz, kadınlar soyunuyorlar ama gözüküyorlar da olduğu gibi. Biz de daha ortaokula gidiyoruz. Kaç yaşında olacağız o zaman? 15 yaş filan yok yani. Okuldaki hocalar da görmüş bizi o gün. Ertesi gün bir kızdılar bana. ‘Oğlum ne işin vardı orda senin?' diye... ‘Ya hocam, sizin ne işiniz vardı orada?' diye cevap verdim ben de... ‘Ben çalışıyorum, ekmek parası kazanıyorum.’ dedim. Ağzımız laf yapıyor ya, bir şey de diyemiyorlar. Ondan sonra geri getirmiştim taksiyle filan. Yıldız Sineması civarında dansözleri parçalayacaklar diye korkuyorlardı çünkü bizimkiler.”

“Yıldız Sineması'nın hemen akınındaydı evimiz. (...) Biz orada yaşarken sanırım 60'ların başlarında açıldı. Yani Yıldız Sineması  çocukluğumda, tütün deposuydu."

Yüzbaşı Kemal. 1967
TLR makine_PNG.png

Yüzbaşı Kemal

1967

SİNEMACI CAVİT'İN MELEK, FERAH VE ONUR SİNEMALARI

Sinemacı Cavit’in bir diğer sineması da Osmanlı Arastası’nın arkasındaki Şadırvan Caddesi üstünde, günümüzde Ziraat Odası’nın faaliyet gösterdiği alanda bulunan yazlık Melek Sineması idi. Yazlık sinemalarda film seyretmenin keyfi bambaşkaydı o yıllarda. Yaz akşamlarının iple çekilmesinin sebeplerinden biriydi. Açık havada yapılan ciddi sosyal bir etkinlikti yazlık sinemaya gitmek. Herkesin birbirini gördüğü, sohbet etme şansı bulduğu o kıymetli akşamlarda sinemaya gitmiş olanlar ‘Tıpkı tiyatroya gider gibi takım elbise giyer, kravat takardık.’ diyorlar. Özellikle Melek Sineması’nın içinde ve çevresinde adeta bir defile atmosferi oluştuğundan bahsediliyor. Kadınlar da, erkekler de çok güzel gömlekler, takımlar giymiş olur, ceplerinde ya da çantalarında özenle katlanmış bez mendilleri az sonra başlayacak melodramın doruk noktasında kullanmak üzere hazır edilirmiş. Bilet kuyruğunda karşılaşıldığında başlayan sohbetler film arasında devam eder, filmin bitiminde ise kızarmış gözlerle kimse birbirinin yüzüne bakmak istemediği için hızlıca evin yolu tutulurmuş.

ESKİ VİDEO_PNG.png

Melek Sineması'nın kapanmasından sonra Zirai Donatım Kurumu tarafından kullanılan alanın 2000 yılındaki görünümü.

Video: Fatma Dalay, Montaj: Yücel Tunca

Yazlık Melek Sineması da kışlık Yıldız Sineması gibi mahalle içindeydi. Kenarlarındaki kavak ağaçlarının aralıklarından sinema perdesini görebilen şanslı aileler evlerinden çıkmadan çoluk çocuk hatta bazen konu komşu toplaşır, yemek yerken, çay içerken biraz uzaktan da olsa keyifle filmleri seyrederlerdi.

Sinemacı Cavit, ilk zamanlarda dört ortak olarak çalıştırdıkları yazlık Yıldız Sineması’nı, daha sonraları birkaç yıl boyunca Ferah Sineması adıyla işletip kapatacak ve ardından Şeytankırı mevkiindeki Atatürk Mahallesi’nde, yeni doğan oğlu Onur’un adıyla bir başka yazlık sinema açacaktır. Onur Sineması’nın açılması ilk bakışta ticari ve sosyal anlamda son derece mantıklı bir girişimdir. Zira Şeytankırı mevkii, o dönem için Bergama’nın uzak bir bölgesidir ve 1960 yılında bu bölgede açılan Sümerbank Tekstil Fabrikası’nın da etkisiyle ciddi bir nüfus barındırmaktadır. Sinemayı, kent merkezinin uzağındaki Atatürk ve Fevzipaşa Mahallesi sakinlerinin ayağına götürme fikri uygulamada beklenen sonucu vermez. Sinemacı Cavit, ilk bir iki yıldan sonra beklediğini bulamadığı için Onur Sineması’nı 1990 yılında kapatır.

1984-90 aralığında, çalıştırdığı sinemaları peş peşe kapatmak durumunda kalan Sinemacı Cavit’in o günlerde büyük bir üzüntü içinde olduğunu anlatıyor büyük oğlu Ogün Sarsılmaz:

DSLR makine_PNG.png

Cavit Sarsılmaz'ın işlettiği Atatürk Mahallesi'ndeki yazlık Onur Sineması, uzun yıllar atıl olarak kaldı. Sinemadan geriye kalan perde, makine dairesi gibi yapılar 2020 yılında yıkılarak apartman inşaatına başlandı. 

Fotoğraflar: Yücel Tunca-2019

“Babam nargileyi çok sever, hep nargile içerdi. Çok iyi, çok alçak gönüllü bir insandı. Ama küsmüştü bir kere… Ben babama ‘Ya yaparız baba!' diyordum. Göçbeyli'de, Bölcek'te sinemalar vardı hala. Dikili'de de yeni kapanmış bir yazlık sinema vardı. Babama ‘Tut orasını bana.’ diyordum. Çay bahçeleri vardı, onun karşısındaydı sinema. Şimdi halk pazarı yaptılar, hediyelik eşya satıyorlar, emniyetin yanı... Yazlık sinemaydı orası. Çok hayalim vardı o sinemayı çalıştırmak konusunda. Çok istedim. Dikili sevdalısıyım ben, biraz da ondan... O da olmadı, burada da işler kötü gidiyordu zaten. Sinemaya gelen insanlar masrafları karşılamamaya başladı. Maliyet arttı, seyirciler azaldı, iş yürümedi. Zarar etmeye başladık. Filmler pahalanmıştı. Son zamanlarda öyle az kar etmek filan değil, tam anlamıyla zararla kapatıyorduk. Babam ‘Artık bu iş yürümez.’ dedi.

DSLR makine_PNG.png

Ogün Sarsılmaz - Bergama 2020 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 02:58

Saner Film gibi film şirketleri de kapanmaya başlamıştı. Film de çok çekilmiyordu artık. Televizyon ile video, bizi, sinemaları bitiren iki şey oldu. Peş peşe üç sinema da kapandı. Melek Sineması’nı bizden sonra işleten olmadı. Düğün salonu olarak kullanıldı bir süre daha, o kadar. 

Babam çok üzüldü. Dedemin mesleğine döndü. Hacı Hekim Camii'nin arkasındaki peynir pazarında peynircilik yapmaya başladı. Aslında her şey bitti o yıllardan sonra. O peynir pazarı da bitti, peynircilik de bitti. Mesela Bergama tulum peyniri yok artık. Şimdi çarşıda satılanlar gerçek tulum değil. Mandıra işi, yağını çalıyorlar. Benim dediğim peyniri çobanlar basıyordu. Sapsarı yağ olurdu, keçi tulumunda yapılırdı. Bir sene buzhanede beklerdi o peynirler. Küflenirdi etrafı. Bir sene sonra çıkarıyor, ortadan bir yarıyor, 30-40 kiloluk peynir tulumu bir saatte bitiyordu.

Öyle işte! 90’da son sinemayı da kapatınca babam çok üzüldü, çok kızdı. ‘Bu sinemaları neden böyle bitiriyorlar? Birer birer kapanıyor.’ diye üzülürdü. Bir ara çok içine kapandı. Sinemada yatıyor, sinemada kalkıyordu. Bütün sinema

“Bizim üç sinemamızda da farklı filmler olurdu. Rakiplerimizde de değişik filmler olurdu. Rekabet yapılırdı."

makinelerini hurdaya verdi sonra. Verilir mi hiç ama işte! Haklı da adam bir yerde. Sahip çıkan olmadı, küskünlük oldu çok. Sinema işinde kimse elimizi tutmadı. Devlet de tutmadı. Sahip çıkmadılar. Kapandı sinema, attılar bir kenara. Bir tane afiş bile kalmadı geriye.

Ben de sinemalar kapandıktan sonra boyacılık yaptım. Çünkü boya işini de sinemada öğrenmiştim. Kış sezonu bittiği zaman 15-20 gün boyunca başlıyorduk yazlık sinemaları hazırlamaya. Fırçalar elimizde, kepenkleri, turnike demirlerini boyardık yağlı boyayla. Duvarları da mavi, kırmızı yapardık. Perde beyaz, siyah kuşaklarını çekerdik perdenin. Boyacılığı böyle öğrendim ama çok da devam etmedim. Ondan sonra turizme bir girdim, giriş o giriş... Önce Asklepion'da 14 sene, şimdi de burada, Kızıl Avlu’da 11 sene, tam 25 senedir bu turistik eşya satış işini yapıyorum.

Şimdi hâlâ bazı sinemalar açık ama gitmiyorum hiç. Çok üzülüyorum çünkü. Bütün anılarım oralarda. Kayboldu gitti o anılarım. Bayramlarda çocuklar el öpüp para topladıktan sonra sinemaların önlerine yığılırlardı. En büyük keyifti çocuklar için. O çocukların yüzündeki gülümseme, o neşe, o mutluluk... Kötülük yok kimselerde... Gazozun içine leblebiyi atıp öyle içerdik. O nasıl bir tattı biliyor musunuz?”

Ogün Sarsılmaz ‘Anılarım kayboldu gitti!' diyor ancak bu elbette sadece sitemkâr bir yakınma cümlesi. Yoksa geçmişin güzel günleri silinmemek üzere hafızasında yer etmiş:

“Ortaokulda okumayı bıraktım. Sinemalardan yetişemedik okumaya, mecbur bıraktık. Babama daha çok yardımcı olmaya başladım. Ondan sonra bütün hayat sinema oldu. Kışın saat 22.30 gibi bütün sinemalar boşalırdı. Ben çıkardım, hemen geceden afişlerimi asardım. Tek başıma! Astıktan sonra gelirdim eve. Afişliklerimizde teller vardı yırtılmasınlar diye. Babam yapmıştı o telleri. Kilit vardı üzerinde ama tabii yırtacak insana kilit neymiş! Ne yaparsan yap kazıyorlardı, yırtıyorlardı. İlla yırtacak! Hastası yani. Sabah kalkıyordum mesela, geliyordum bakıyordum afişlere, yırtılmış mı diye. Çoğu afişin yırtıldığını görüyordum, tekrar koyuyordum. Sabahları 10-11 gibi sinemada olurdum. Cumartesi, pazar günleri 14.30'da ilk seans başlardı. Diğer günler gündüz olmuyordu. Bayramlarda seanslar saat 10.00-11.00 gibi başlardı, gece yarısına kadar sonra...

Ben yetişemedim ama Cumhuriyet Sineması'nın arkasında bir de yazlık sinema varmış. Ferah Sineması. Babam onu da çalıştırmış. Onun ismini çokları yanlış hatırlıyor. Yıldız Park'tı orası. O yüzden Yıldız Sineması diye hatırlıyorlar, aslında Ferah Sineması'dır o. Babamlar 14 Eylül Kulübü'nde futbol oynadı. 14 Eylül Spor'da... Camcı Şerifler, Dartanyanlar, Paçavra Eşref ile birlikte... Sonradan büyük takımlarda oynayan Erdoğan filan. Buradan gitme, Bergama'dan. Önce Altınordu, sonra Beşiktaş. Onlardan biliyorum, kulüp Yıldız Park'taydı. Babam 'Onun arkasında benim sinemam vardı.' diyordu, 'Ferah Sineması.' diyordu. Kale duvarı gibiymiş duvarları. O da büyük bir sinemaydı. Birkaç sene çalıştırmış galiba orayı. Hatırlıyorum ama bana orada çalışmak hiç nasip olmadı.

Aslında ben daha ilkokuldayken başladım babamın yanında çalışmaya. İlkokul birinci sınıfa gidiyordum. Adam yokluğundan babam beni yanına aldı. Hem işi öğreneyim, hem vaktimi geçireyim, diye. Hem de eğileyim diye bu işe... İlk önce sinemaları süpürmekle başladım. Yıldız Sineması, Melek Sineması, bir de Onur Sineması. Sekiz yaşıma geldiğimde başladım afiş asmaya. İstiklal Meydanı, Postane Yokuşu, Karadut, Demirciler Mahallesi'nde Üç Kahveler, Çamlı Park'ta sinema levhaları vardı onlara asardık, bir de saatini yazardık. Mesela kışın saat 08.00 ya da 08.30, yazın da saat 10.00'da afişleri asardık. Bir de taksicilerden taksi kiralar, üzerine hoparlör yerleştirir, yan camlarına da sinema fotolarını koyardık. Arabanın arka camına da afiş asılırdı. Ön kaputa da yine bir afiş... Sonra mikrofonla işte ‘Bu akşam yazlık Melek Sineması'nda saat 22.00'de Derbeder!' diye anons yapardık. Atıyorum, Ferdi Tayfur, Necla Nazır filmi mesela...

 

11-12 yaşlarında da babam İzmir'e götürmeye başladı beni. Film almaya. Bobinlerde... İki tane bobin bir filmdir. 45 45, toplam 90 dakikadır. Onları parasını verip alırdık, çuvallarla ya da kasalarla onlar gönderirdi bize. Babam yapardı programı. Bu filmi, şunu şunu alacağız, diye. Bergama'da göstermek için iki gün, üç gün ya da bir haftalık kiralanırdı filmler. Bizden sonra başka yerlere gönderilirdi, mesela Menemen'e, Aliağa'ya… Oralara giderdi. Bizim üç sinemada da farklı filmler olurdu. Rakiplerimizde de değişik filmler olurdu. Rekabet yapılırdı. Babam daha çok yerli film oynatırdı. Yabancı da getirirdik ama daha çok yerli olurdu. En son zamanları anlatıyorum Rockyler, Rambolar vardı. Slyvester Stallone'nin filmleri... Kapalı gişe oynardı. Antony Quine'in Çağrı filminin 15 gün afişi inmedi Melek Sineması'nda. Gerçekten de çok güzel bir filmdi. Bir de o film iki saati geçiyordu. Üç bobin olduğunu hatırlıyorum. En çok hasılat yapan filmlerdendi o. Bir daha da öyle bir kalabalığı ben hiç görmedim. Babam bile böyle bir şeyi hayal etmediğini söylüyordu o günlerde.

Dedem Osman Aga ben doğmuşum, o ölmüş; ben hatırlamıyorum. Ama babam anlatırdı. Çok komik bir adammış. Mesela öyle güzel filmlerde çok kalabalık seanslar olurmuş, özellikle kadın matinelerinde... Kimisi kaçak gelirmiş, akşam yemek yapılacak evde mesela, sarmaları sinemada sararlarmış. Erzaklarını torbalarda getirir, orada sararmış kadınlar. Çaktırmadan hem filmini seyrediyor hem de yemeğini hazırlıyor akşam için. Bir gün gene çok kalabalıkmış, dedem ‘Oradan geçin, buradan geçin!' diyormuş. Sonra ara olmuş filmde. Kadınlar dedemi alıp, Yıldız Sineması'nda orta kapı vardı, oradan dışarı atmışlar çok konuşuyor diye. Biz Selanikliyiz. Selanik macırıyız. Dedem de memleket şivesiyle konuşurmuş: ‘Durun be orfanalar! Beni de attınız, mahvettiniz beni!', diye bağırıyormuş.

Yıldız Sineması'nın mekân sahibi Kesekağıtçı Halil Abi beni severdi çok. Halil Alçelik. Çok çalışkandım çünkü. Elim çabuktu, pratiktim. Hem okuyordum, hem sinemada çalışıyorum. 14 Eylül okulundaydım. Sonraları babam yükü bir vermeye başladı bana... Makinistliği öğretti. 10-11 yaşlarında makineyi öğrendim. Film sarıyordum çok güzel, filmi oynatıyordum. Kömürlü makineleri kullandım. Gözlerimi alırdı. Babam, ‘Bakma, gözünü alır.’ derdi. Elektronik kaynağı gibi... Filmi takmak için dişlileri, filmleri kopartmamak için nasıl bombe verileceğini öğretti.

14-15 yaşlarıma geldiğimde tam olarak aldım sinema işini elime. Mesleğim olarak görmeye başlamıştım artık. İnsanlarla iç içeydik, onlarla diyalog kurmayı çok seviyordum. Hiç yorulmuyordum. Bu işi insanlar da önemsiyordu. 'Sinemacı Cavit'in oğlu' diyorlardı, 'sinemacı' diyorlardı... Sinemanın verdiği bir şey bu, tanınıyorsunuz. Hep toplum içindesiniz. İnsan içine çıkıyoruz diye babam bizim hep güzel giyinmemizi isterdi. Kendi de öyleydi. Kravatı çok meşhurdu babamın. Hep, yaz kış kravat takardı. Çok disiplinli, çok temiz titiz bir adamdı. Bana karşı çok sertti. Hiç affı yoktu. Ben çok dayak yedim babamdan. Yanlış yaptığım için. ‘Beni dinlemiyorsun, benim anlattığım gibi yapmıyorsun!' diyordu.

Sinema boşalınca havalandırma deliklerini, bir de orta kapıyı açardık. Çünkü sinemada sigara içiliyordu o zamanlar. Sigara dumanı çıkarken biz başlardık sinemayı süpürmeye. Yıldız Sineması'nın sigara içilen büfe kısmından sonra, tuvaletler, tuvaletlerden sonra da küçükçe bir depo vardı. Babam orada tavuk bakardı.

“Şimdi hala bazı sinemalar açık ama gitmiyorum hiç. Çok üzülüyorum çünkü. Bütün anılarım oralarda. Kayboldu gitti o anılarım."

Çağrı. 1976
TLR makine_PNG.png

Çağrı

1976

Yazlık sinema sandalyeleri. (Arşiv) Fotoğraf: Yücel Tunca
Yazlık sinema sandalyeleri. (Arşiv) Fotoğraf: Yücel Tunca
Yazlık sinema sandalyeleri. (Arşiv) Fotoğraf: Yücel Tunca
DSLR makine_PNG.png

Yazlık sinema sandalyeleri.

Fotoğraflar: Yücel Tunca-Arşiv

O günlerde babam ve ben makine işlerine bakardık. Ortağımız ve mekân sahibi Halil Abi gişede durur hem bilet satar hem de kantine bakardı. En fazla üç dört kişi çalışırdık sinemada. Numara çok eskiden varmış sandalyelerde ama sonradan ‘Herkes istediği yere otursun.’ dedi babam. Bilette numara vardı ama dileyen istediği yere otururdu. Sandalyeler tahtaydı. Babam önceleri sandalyelerin arkasına numara damgası basardı. 500 tane sandalye vardı, 500'e kadar numara basardı. Sonra ‘Onu kaldıralım biz.’ dedi. Öyle kalktı numaralı yere oturtma işi. Tahta sandalyeler dörtlü beşli biçimde birbirlerine çıta ile çakılıydı. Temizlik zamanında bir sırayı öndekinin üstüne yatırır hemen altını temizlersin. Sonra ötekini kapatır, devam edersin. Esasında çok da eğlenceliydi o günler. Bana çok eğlenceli geliyordu. Hem eğlenceli, hem para kazanıyorsun...

Arkadaşlarımı bazen biletsiz alırdım sinemaya. Kiminin parası yoktu. O kadar ilginçtir ki, mesela 2 lira bilet, 1.5 lira parası var çocuğun, babam hemen ‘Geçin!' derdi, ‘Geç!' derdi, ‘Eşşek herifler sizi, geçin bakayım!' Babam da yapardı, ben de yapardım. Garibanları kollardık yani. Ne yapacaksın, yok çocuğun parası.

Halil Abi ile babam bana haftalık verirlerdi. İyiydi kazandığım para ama parasında da değildim. Aşık oldum çünkü ben sinemaya. Filmlerde de oynamak istiyordum. Babama da söylüyordum. ‘Ben bu kadar sinemacılık yaptım, neden filmlerde oynamayayım?' diyordum. Herkes anasının karnında mı öğreniyor bu işi? Boy var, pos var, yakışıklıyım o zamanlar. Şimdi bakma, yaşlandık artık. Babam ilk bir karşı geldi. ‘İstanbullara mı gideceksin? Bizim orada kimimiz kimsemiz yok, orada ziyan zebil olursun.’ dedi. Sonraları bir ara, ‘Keşke gönderseydik seni.’ dedi. Çok hayal ettim, hala da hayal ediyorum. Kavga dövüşlü şeyleri sevmiyorum. Efendi gibi filmlerde, beyefendi rollerini tercih ederdim mesela. Cihan Ünal’ı çok beğenirdim, hala da çok beğenirim. Çok beyefendidir. Ayhan Işık mesela... Çok eski filmlerini seyrettim, onlardan çok feyz alıyordum. Tarık Abi’yi, Tarık Akan'ı çok severdim. Herkes sevmez ama ben çok severdim. Yok solcu, yok şucu, yok bucu... Herkes istediği tarafı tutar, kime ne? Onun özgür tercihi... Aytaç Arman mesela... Hepsi özel insanlardı. Adile Naşit'i çok severdim. Ayşen Gruda... Artık bulabiliyor muyuz böyle insanları? Mümkünü yok bulamazsınız. Geldiler gittiler... Film şeridinde oynadılar, film şeridi gibi geldiler geçtiler.

Sinemalar insanları topluyordu, birleştiriyordu. Yarılarda insanlar birbirleriyle sohbet ediyorlardı. Şimdi nerde? İnsanlar birbirlerini öcü gibi görüyor. Diyalog yok şimdi artık insanlarda. Keşke tekrar sinema işi olsa da ben de bu işi bırakıp dönsem.”

Sinemacı Cavit, 45 yıllık sinemacılık hayatında iki büyük çöküşe tanıklık etmişti. Bu çöküşlerin ilki 1975 sonrasında televizyonun yaygınlaşmasıyla, ikincisi de 1980’lerin ikinci yarısından 1990’lara uzanan süreçte önce videoların evlere kadar girmesi ve ardından özel televizyon kanallarının açılmasıyla gerçekleşecekti. İlk darbeyi erotik ve porno filmlerle atlatıp, arabesk filmlerle yeniden toparlanan pek çok sinemacı gibi Cavit Sarsılmaz da ticari anlamda fazla yara almadan atlattı. İkinci darbe ise sadece Sinemacı Cavit’in değil, bir tanesi hariç Bergama’daki sinema kapılarının tümden kapanmasına sebep olacaktı.

“Aşık oldum çünkü ben sinemaya. Filmlerde de oynamak istiyordum. Babama da söylüyordum."

TELEVİZYON BERGAMA'DA

Zamanda ve mekânda her şey değişir.” diyerek diyalektiğe işaret eden Bilgin Yasa, televizyonların piyasaya çıkıp evlerde yaygınlaşmasıyla değişimin hızlandığını söylüyor. Geçmiş yıllarda Asklepion’da oynanan oyunlarda antik tiyatronun tıklım tıklım dolduğu, seyircilerin çıt çıkarmadan pür dikkat oyunu seyrettikleri, yer bulamayanların yan taraftaki bayıra sıralandığı günlerin geçmişte kaldığını, kültürel etkinliklere bakışın o zamanlar çok farklı olduğunu, o günlerin kültürlü insanlarıyla günümüz insanlarının arasındaki farkı üzücü bulduğunu belirtiyor.

Bergama Kermesi sırasında Asklepion antik tiyatrosunda  sahnelenen bir oyun. 1940'lar
TLR makine_PNG.png

Bergama Kermesi sırasında Asklepion Antik Ttiyatrosu'nda

sahnelenen bir oyun. 1940'lar

Bergamalılar bu büyük değişimin etkenlerinden olduğunu düşündükleri televizyon ile tanışmalarına dair ilginç hikâyeler anlatıyorlar. Mehmet Tevfik Olur ilk televizyonu askerlik günlerinde gördüğünü söylüyor:

“Tunceli'de başladığım askerliğe Bursa'da devam ettim. Bursa-İzmir yolunda karayollarının bir arazisi vardı, dağda. Komando eğitimi yapan askerlerle unimoglarla caddelerden gelip geçerken yol kenarındaki dükkânlarda siyah beyaz televizyonlardan 72 Münih Olimpiyatları'nı görürdük uzaktan. Sonra birliğe de televizyon alındı. Komutan onu çalıştırma görevini bana verdi. Pazar günleri televizyon öğlen saat 1'de başlardı. Çarşamba, cumartesi ve pazar günleri program olurdu. Mesela Nilüfer’i ilk orada gördüm.

Bir de şöyle tuhaf bir şey var... Babam, rahmetli... Yahudi'nin Kahvesi deriz, Cumhuriyet Sineması'nın orada... Bir gün babam bağa gidecekmiş, bisiklete binmiş... Kahvenin önünden geçerken bir şey dikkatini çekmiş. 100 metre gidip geri dönmüş kahveye. Bahçedeki kahveci garsonu çağırmış: ‘Oğlum bütün millet neden tavana bakıyor? Bi tuhaflık var, hep birbirlerine bakarlardı, ne oluyor böyle?' diye sormuş. Kahveci de ‘Amca televizyon koyduk kahveye, herkes ona bakıyor.’ demiş.   

Video çıktığında da oldu böyle şeyler. Oğlum daha küçük, onunla Bademli'ye balık tutmaya gittik. Olta attık. O sırada davullar zurnalar klarnetler... Millet oynuyor bir kenarda. Birden pat kesiliyor oyun, beş dakika kesiliyor, tak tekrardan başlıyor. Tak bir daha kesiliyor, duruyorlar. Merakımı celbetti. Oğluma ‘Git bak bakalım, neler oluyormuş orada?' dedim. Çocuk gidip geldi. ‘Baba video varmış, video!' dedi. ‘Oğlum video neymiş?' dedim, beraber tekrar gittik. Bir Almancı video kamera getirmiş. Oradakilere ‘Hadi oynayın!' diyor. Onlar da meraklı tabii, yeni kameraya karşı oynuyorlar. Sonra durdurup kaseti başa sarıp seyrediyorlar. Sonra tekrar oynayıp, tekrar seyrediyorlar. Böyle böyle teknolojinin değişmesiyle milletin ilgisi sinemadan başka yerlere kaydı.”

“Bir gün babam bağa gidecekmiş, bisiklete binmiş... Kahvenin önünden geçerken bir şey dikkatini çekmiş. (...) Bahçedeki kahveci garsonu çağırmış: 'Oğlum bütün millet neden tavana bakıyor?' diye sormuş."

Bergama Halk Eğitim Merkezi'nde TV ve anten sistemleri üzerine kursa katılanlar.
TLR makine_PNG.png

Televizyonun Bergama'da da yaygınlaşmasıyla Halk Eğitim Merkezi'nde elektrik derslerinin yanı sıra TV ve anten sistemleri üzerine de kurslar açılıştı. 1970'ler

Fotoğraf: Ali İhsan Güngül aile albümü

Halit Zorel de Bergama’da televizyonu gördüğü ilk günü hatırlıyor:

“77-78 gibi siyah-beyaz televizyonlar başlamıştı zaten Bergama'da. Hatta İstiklal Meydanı'nda Kesekağıtçı Halil Abi'nin dükkanı vardı. Orada ilk siyah-beyaz televizyonu görmüştük. Grundig, Nordmende... O zaman televizyonu görünce, televizyon çıktı ya artık sinemacılık fazla ilerlemez demiştim. Ben de meslek değiştirdim. Sinemacılık olayı o zaman benim için bitti. Bitti fakat bitti diyemiyorum. Şu an anlatırken duygu olarak hala yaşıyorum o günleri.”

Ogün Sarsılmaz televizyonların yaygınlaşıp, videoların kahvehanelere konulmasıyla sinemanın çıtasının giderek aşağıya düşmeye başladığını; Yüksel Simit sinemalarda oynayan filmlerin kalitesinin 70’lerin sonlarında iyice düşmesi nedeniyle sinema önlerindeki kalabalıkların azaldığını, sinemanın büyüsü böyle  bozulunca kendilerinin de mecburen  çerez arabalarını  bırakıp dükkânlara döndüklerini; Nejat Simit ise Amerikan TV dizisi Dallas, TRT’de yayınlanmaya başlanınca Bergamalılar'ın ekran başından ayrılmamaları yüzünden sinemaların krizinin daha da büyüdüğünü söylüyor.

İlhan Çarpıkoğlu da 1981 yılında askerden döndüğünde birçok sinemanın kapanmış olduğunu görünce bu duruma çok üzüldüğünü hatırlıyor:

“Güven ve Şen sinemaları kalmıştı bir tek. Onlar da düğünlerle ayakta kalabiliyorlardı. Çok ucuz olmasına rağmen artık kimse sinemaya gitmiyordu.”

Dallas TV dizisi. 1978-1991
TLR makine_PNG.png

Dallas TV dizisi

1978-1991

SEKS FİLMLERİ FURYASINDAN ARABESK FURYASINA

Gerçekten de o yıllarda hemen hemen her eve alınmış, her kahvehaneye yerleştirilmiş olan televizyon, sinema izleyicisini eve kapatmıştı. Salonlar boşalırken sinema işletmecileri için film maliyetleri artmış, gişe gelirleri çarkı döndürmeye yetmez olmuştu. Özellikle yerli filmlerde giderek düşen kalite büyük krizin göstergesiydi ancak yine de kimse bu duruma tam olarak hazırlıklı değildi. Sonra birden bire, gelip geçici de olsa sinemacılara nefes aldıracak bir formül bulundu: Seks filmleri. İlk örnekleri 1970’lerin başlarında görülmeye başlanan seks filmleri, Yeşilçam yapımcılarını 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’ne kadar ayakta tutacak bir furya yaratacaktı. İlk zamanlarda erotik ya da soft porno olarak sinemaları kuşatan bu seks furyası çok geçmeden porno film gösterimlerine kadar evrildi.

Emmanuelle. 1974
TLR makine_PNG.png

Emmanuelle

1974

Sinemacı Cavit de özellikle kışlık Yıldız Sineması’nda göstermeye başladığı seks filmleriyle farklı bir kimliğe bürünecek, adı daha ziyade bu filmlerle birlikte anılmaya başlanacaktı. Ogün Sarsılmaz seks filmleri furyasının sinemanın değerini düşürüp, bitirdiğini düşünüyor:

“Millet sinemaya gelmemeye başlamıştı. 300-500 kişi gelirken bir inmeye başladı sayı, aile filmlerine bile kimse gelmemeye başladı. Sonra seks furyası çıkınca yine kapalı gişe oynamaya başladı sinemalar. Daha çok Yıldız Sineması'nda oynatırdı babam o filmleri. Zerrin Egeliler, Dilber Ay, Mine Mutlu, Ali Poyrazoğlu, Arzu Okay, Behçet Nacar filmleri… Bergama'dan da biri vardı hatta o filmlerde oynayan. İsmini hatırlamıyorum şimdi... O dönemin filmleri mesela Parçala Behçet, Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak... Afişlerini asarken ben utanıyordum. Yazlık sinemalarda bile oynatılıyordu. Oynatılmadı diyen yalan söyler. Filmlerin aralarına seks filmlerinden parça koyarlardı. Bütün sinemacılar yapardı bunu. Ama kışlık sinemada çok olurdu. Mesela Emanuella filmi gibi filmlerin arasına porno sahneler koyulurdu. İnsanlar o filmlere akmaya başladı.”

Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak. 1975
TLR makine_PNG.png

Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak

1975

MUSIC_PNG.png

Runners

Onur Meriç Tunca

00:00 / 01:22

Erol Engel, seks filmleri furyasının başladığı yıllarda Sinemacı Cavit’in bu konuda bir ekol haline geldiğini söylüyor:

“Seks furyasının başladığı dönemde Cavit'in sineması diğerlerini solladı. Diğerleri seks filmleri oynatmaktan çekindiler, daha merkezdeydi çünkü onlar. Şehrin geleneğine göreneğine daha bağlı kalıp belki de kendilerince direndiler ama Cavit'in Yıldız Sineması mahalle arasında kaldığından o bu konuda tam gaz gitti. Muhtemelen askeri alayın varlığı da besledi bu sinemayı. Artık bir ekol olmuştu Cavit. Seks furyası sonrasında küçük sinemalar daha fazla dayanamadılar, kapandılar. Asıl müşteriler, hedef kitle olan aileler sinemaya gitmemeye başladılar. Onlar gelmeyince tabii peş peşe kapandılar.”

Nejat Simit de sinema önlerinde çerez satarken bu dönüşüme yakından tanıklık etmişti:

“Bergama’da hatırladığım kadarıyla bir tek Cumhuriyet Sineması seks filmi furyasına dahil olmadı. Yıldız Sineması ise tam olarak bu filmlerin gösterildiği, ‘parça koymak’ dediğimiz, filmin aralarına yurt dışından getirilen seks filmlerinin de ötesinde açık saçık parçaların konulup gösterildiği bir sinemaya dönüştü. Bu yönde çok tercih edilen, revaçta bir sinema oldu Yıldız Sineması. Başka bir grup insan da o dönemde sinemadan soğudu, aşırı şekilde uzaklaştı. Seks filmleri başladığında aileler sinemalara gelmez oldu. Çerezi tüketenler kızlı erkekli, gençler ve çocuklardı. Onlar sinemalara gelmemeye başlayınca büfecilik konsepti de değişti sinemalarda. Bir kayıp oluştu.”

Parçala Behçet. 1972
TLR makine_PNG.png

Parçala Behçet

1972

SES_JPG.jpg

Hakkı Özlü anlatıyor.

00:00 / 01:12

Prof. Dr. Alim Şerif Onaran’ın, aileleri salonlardan soğutan, lümpen takımını kazanmaya çalışan nafile bir çaba olarak ortaya çıktığını söylediği seks filmleri furyası Bergama’da Sinemacı Cavit’i bir fenomen haline getirirken, statüsü nedeniyle lümpen takımına dahil edilemeyecek bir başka şahsiyetin de efsaneleşmesine sebep olacaktı. Adliyede görev yapan bir hâkim, porno filmlere düşkünlüğüyle ün salmıştı. Halk Eğitim Merkezi’nde Akşit Tedik, Sümerbank Tekstil Fabrikası Teknik Müdürü Turan Sünnetçioğlu ve Zafer Zeybekoğlu ile birlikte müzik çalışmalarına da katılan Hâkim Bey, çalışma aralarında bile bir koşu ‘parça’ seyretmeye gider, döndüğünde ‘Felaket bir şey gördüm!' diyerek arkadaşlarına anlatırdı.

Bergama’ya ilk geldiği zamanlarda paltosunun yakalarını kaldırıp tanınmamaya çalışarak sinemalara girip çıkan Hâkim Bey’i bir süre sonra kaldırdığı yakalarından bile tanır olmuştu Bergamalılar.

Zamanla gizlisi saklısı kalmayan Hâkim Bey’den Akşit Tedik’in yanı sıra Hakkı Özlü de bahsediyor:

“Bizim Yeni Sinema'ya veya Güven Sineması’na, ‘Bak!' diyor, ‘Parçaları ilk devre koyacaksın, tamam mı?' Tamam! O istedi diye filmin ilk devresine parçalar konuyor. İlk devre bitiyor, hâkim koşturuyor Yıldız Sineması'na bu sefer. Biz de peşinde... ‘Hadi gençler!' diyor koşarken... Cavit de bekliyor onu. İkinci devreye koyuyor parçaları. Biz de hep beraber gübür gübür arkasından... Ağır ceza hâkimi bu adam! O şimdi çıkıyor sinemadan, ‘Koşun arkadaşlar!' diyor bize, koşa koşa diğer sinemaya gidiyoruz. 15 dakika arada yetişiyoruz öbür sinemaya. Parçaları filmlerin başlarına koymak zorundalardı o vakitte. Kimse gitmiyordu başka türlü. Orhan Gencebay filmi de olsa, koyuyordu o parçayı. Cavit, parçaları birleştirerek bir film bile yapmıştı. Filmle ilgisi yok tabii. Sonu yok, mevzusu yok... Üç ondan beş ondan almış, film yapmış. Kurgusunu kendisi yapmış parçalardan kese kese... Ama bakın o vakit ‘Gitmiyorum’ diyen bütün insanlar gidiyordu. Görmemiş insanlar, ne yapsınlar, mecburen gidiliyordu.

Bir adam daha vardı. Kendisi film oynatıyordu. Pornocu... Evlere, iş yerlerine gelip kuruyordu perdeyi. Bir makine vardı onda. Video öncesi zamanlar bunlar. Para toplardı insanlar aralarında, film aldırılırdı. Sonra bir yerde buluşup seyredilirdi.

Ama bakın, Kermes'te, Cumhuriyet'te hiç olmadı bu parça muhabbetleri. Onlar aile sinemasıydı.”

“İlk devre bitiyor, hakim koşturuyor Yıldız Sineması'na bu sefer. Biz de peşinde... 'Hadi gençler!' diyor koşarken. (...)

Biz de hep beraber gübür gübür arkasından... "

DSLR makine_PNG.png

Erol Engel - Bergama 2020 

Fotoğraf: Yücel Tunca

00:00 / 03:50

Erol Engel seks filmleri furyasının sinemaya bakışı alt üst ettiği yılların hemen ardından gelen 12 Eylül Cuntası’nın Bergama’daki sosyal ve siyasal yansımalarını anlatıyor:

“Seks furyası deyip geçiyoruz ama seks, cinsellik bu toplumda bir tabu. Bir kuşak cinselliği o filmlerle tanıdı. Bunun da tespitini yapmakta yarar var. Tabii o dönem yeni bir hayat özlemi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de karşılığını buluyordu. Özellikle 70'li yıllar, insanların kendilerini daha çok toplumsal olaylarda ifade ettiği, örgütlenmelerin yaygınlaştığı yıllardı. Bergama'da da sol bu anlamda liberalizme karşı farklı bir dünyayı savunuyordu. Burada da tüketim toplumu oluşuyor, her şeyin çok kısa sürede tüketilip atıldığı yıllar başlıyordu. O yıllarda bir askeri diktatörlük sonrası uzun bir suskunluk dönemi yaşanmıştı. Toplumu, şehri zapt eden bir baskı vardı. Şehrin garnizon komutanı, emniyet müdürü, kaymakamı aynı zamanda 12 Eylül faşizminin temsilcileriydi. Bizim lise yıllarımızda bizi işkenceden geçiren ekipti bunlar. Bu gelişmeler sinemaları da sekteye uğrattı. Sinemaya dahi gidemez oldu insanlar. Liseyi bitirdiğim yıllarda, şu anki adliyenin arkasında kalan jandarma binası Bergama'nın işkencehanesiydi. Ne zaman önünden geçsem hala yüreğim cız eder. Toplumun cendereye sokulduğu, esir alındığı yıllardı. Bu ülkeye dair güzel umutların peşinde yıllarca koşmuş, o umutları bir yere taşımaya çalışırken karşında 12 Eylül faşizmini bulmuşsun…

“(...) sinemaların varlığının bizim kuşakta güçlü etkisinin olduğunu, dünyayı tanımamıza

-okuduklarımızın dışında- yardım eden önemli bir pencere açtığını düşünüyorum."

12 Eylül öncesinde Türkiye genelinde çok daha sert bir siyaset yaşanırken, burada öyle değildi. Sonuçta birbirini tanıyan insanlar var burada. O yüzden çok sertleşmemişti siyasi mücadele. Bir iki olayın dışında çok büyük sertlikler yaşanmamıştı. Belirli mahallelerde güç gösterileri oluyordu tabii. Kale Mahallesi daha sağ görüşün hâkim olduğu bir bölgeyken, Tekstil Fabrikası'nın da etkisiyle Atatürk Mahallesi ve Fevzi Paşa Mahallesi daha ziyade solun hâkim olduğu yerlerdi. Tabii gerginlikler ve kavgalar olurdu ama silahlı bir duruma taşınmamıştı.

Sinemalarda da bir ayrım oluşmamıştı. Güzel film olduğunda sağcısı da solcusu da o filmi seyretmeye giderdi. Sinemalarda siyasi manada öyle ciddi bir sürtüşme olduğunu hatırlamıyorum. Fakat sinemaların varlığının bizim kuşakta güçlü etkisinin olduğunu, dünyayı tanımamıza -okuduklarımızın dışında- yardım eden önemli bir pencere açtığını düşünüyorum. O açıdan ‘Keşke eskisi gibi çok sayıda sinema Bergama'da olsa’ diyorum. Ve insanlar yine ailece o sinemaları doldurabilse... Aslında çok daha farklı olurdu. Mesela bunu İran'dan gelen arkadaşlardan duyuyorum. İran'da insanların önceden biletini alıp yer ayırttığını, yoksa yer bulamadıklarını söylüyorlar. Sinemaların dolu dolu çalıştığını yakın bir zamanda anlattı oradan gelen arkadaşlar. Televizyon, internet orada da var ama buna rağmen kütüphanelerin ve sinemaların dolduğunu bilmek şaşırtıcı. Tabii İran kültürü farklı, zengin bir kültür. Fakat bizim sanırım Batı ile fazla haşır neşir olmamız ya da o liberal yarı kapitalizmin toplumu yutan yapısı maalesef bütün güzel şeylerin içini boşalttı.”

MUSIC_PNG.png

Between Orient and Occident - 07 Bohemian Quarter of Istanbul

Serkan L. Karaman

00:00 / 03:05

12 Eylül Askeri Darbesi bütün ülkenin üzerinden kapkara postallarıyla geçerken seks filmlerini de yasaklar listesine eklemiş; toplumdaki içe kapanma, darbe travması, yenilgi duygusu müzik alanında patlama yaşayan arabeskin sinemada da yeni bir dalgaya dönüşmesine neden olmuştu.

60’lı yılların sonundan itibaren Orhan Gencebay ile bir çıkış yakalayan arabeskin on yıl boyunca irili ufaklı örnekleri beyaz perdelere yansımış olsa da bir salgına dönüşmesi 80’li yıllarda gerçekleşmişti. Arabesk müziğin popüler icracılarını setlere taşıyan bu yeni nesil melodramlar, seks filmleri furyasında sinemalardan tümüyle el etek çeken seyirci kitlesine bir süreliğine de olsa yeniden bilet aldıracaktı. Fakat 4-5 yıl içinde adı seks filmleriyle özdeşleşmiş kışlık Yıldız Sineması’na kadın izleyicilerin geri dönmesi artık neredeyse mümkün değildi. Bu dönemde Sinemacı Cavit hiç değilse yaz aylarında Melek ve Onur sinemalarını yeniden doldururken, Yıldız Sineması’nı da macera ve erotik filmler ile bir süre daha ayakta tutmayı başarmıştı.

"CAVİİİT! CAVİİİT!

CAVİİİT!"

“Cavit'in adı sınır tanımaz biçimde yaygınlaşmıştı sinemalarda."

Cavit Sarsılmaz, Bergama halkı üzerinde ciddi izler bırakan bir sinemacı oldu. 30-35 yıl boyunca işlettiği sinemalar, konjonktürü takip ederek yaptığı işletmeci manevraları onu hep gündemde tutmuştu. Kimilerinin hafızasında Sinemacı Cavit, kimilerininkinde ise Pornocu Cavit olarak bıraktığı iz esasen Bergama’yı da aşan boyuttaydı. Uzunca bir dönem boyunca Türkiye’nin neresinde sinemaya gidilirse gidilsin film gösterimi esnasında meydana gelen en ufak bir aksilikte seyirciler protesto mahiyetinde onun adını anarak bağırıyorlardı: ‘Caviiit!'

Yüksel Simit anlatıyor:

“Cavit’in işlettiği Ferah Sineması vardı. Rahmetli Cavit amcanın cihazları sanki eskiydi. İkide bir film kesilirdi. Her sinemaya gittiğimizde film mutlaka kopuyordu. Herkes bağırırdı öyle bir durumda: ‘Caviiit! Caviiit!' Bunun üzerine o da bilet gişesinden çıkar, seyircilere bağırırdı. O bağırdıkça seyirciler daha çok bağırır, coşarlardı. O tekrar kızgın bir şekilde girerdi içeri. İnsanlar ‘Film kopsa da Cavit Amca'ya bağırsak, sataşsak, o da bize bağırıp çağırsa.’ derlerdi.”

Sinemayı Cavit’in işletip işletmemesi önemli değildi. Onun olmadığı sinemalarda da yaşanıyordu aynı durum. Cavit Sarsılmaz’dan sonra Yıldız Sineması’nı işleten Ayhan Asık’ı çileden çıkaran olaylardan biriydi bu ‘Caviiit!' haykırışları. Bir gün kalabalık bir grup asker gelmişti sinemaya. Gişeciye filmin güzel olup olmadığını sormuşlar, olumlu cevap alınca biletlerini kestirip oturmuşlar tahta koltuklarına. Fakat başlayan filmi beğenmeyince ıslıklar eşliğinde bağırmaya başlamış askerler: ‘Caviiit! Caviiit!' Ayhan Asık bir sinirle inmiş salona, yapışmış askerlerden birinin yakasına: ‘Ne istiyorsunuz ulan siz?' demiş, ‘Ne istiyorsanız gidin Cavit’ten isteyin!'

Cavit’in adı sınır tanımaz biçimde yaygınlaşmıştı sinemalarda. Bilge Aslanboğa, askerliğini Kıbrıs’ta yaparken erotik film gösterilen açık hava sinemasında film kopunca orada da askerlerin ‘Caviiit! Caviiit!' diye bağırdıklarına şahit olmuştu.

Erol Engel’in, ‘Çok enteresan bir kişilikti.’ diyerek bahsettiği Sinemacı Cavit’in böylesine nam salmasında sinemacılığı yapma biçiminin büyük etkisi olduğunu düşünüyor. Engel, sinema afişinde başka bir film varken, içeri girildiğinde bambaşka bir film ile karşılaşılabildiğini, teknik donanım yetersizliğinden film boyunca beş on kere filmin kesildiğini, koptuğunu, eklemelerle, parçalarla derme çatma film gösterdiğini söylüyor Cavit Bey’in. Ve ardından Ankara’da tanık olduğu bir hadiseyi anlatıyor:

“Yıllar önce Ankara'da bir eğitim için bulunuyordum. Kızılay'da bir sinemaya gittik. Filmin orta yerinde görüntü kesildi. Bir grup bağırmaya başladı: ‘Caviiit! Caviiit!' Anladım ki bunlar da Bergamalı... Hatta arada gidip tanıştım. Üniversitede okuyan Bergamalı gençlermiş... O yıllarda sinemada en küçük teknik bir sıkıntı çıktığında İstanbul'da da, İzmir'de de benzer bir ‘Caviiit!' haykırışı yaşandığını duyardık hep.”

Hakkı Özlü, bu kez efsanenin Kars, Sarıkamış’ta ortaya çıktığını anlatıyor:

“Sene 1974, yer Sarıkamış... Askerdeyiz... Kıbrıs Harekâtı olduğu için usta birliğine gittik bir aylık askerken... Orada bir sinema vardı. 17. Piyade Alayı... Sarıkamış'ın 10 bin tane askeri var. Bizimki ekmekçi bölüğü, levazımdım ben. 17. Alay’ın sinemasına film izlemeye gidiyoruz. Biraz açık filmler zaten. O ara tak koptu film. Biraz alkol de vardı o zaman bizde. Film kopunca ‘Caviiit! Caviiit!' diye bağırdık. Tak ışıklar yandı bir anda. ‘Kim bağırdı? Kim bağırdı? Bulun onu!' diyor birileri. Biz saklanıyoruz dayak yiyeceğiz diye. Askerdesin, yeni askersin bir de... Onca insanın içinde… Tabii ışıklar yanınca baktılar ettiler, birileri bizi gösterdi o sırada. Beni ve Nadir Başaran'ı... Bizi aldılar, toparladılar, götürdüler makinistin yerine. Bir gittik makinist dairesine, Mehmet Ege var, oymuş filmi oynatan. Bergamalı! Biz ‘Caviiit!! diye bağırınca makinist Bergamalı olduğu için ışıkları yaktırmış bizi bulmak için. Biz anlayana kadar o kadar korktuk yani. Zaten arkadaşımızdı, bir yaş büyüktü bizden Mehmet. O zamana kadar onun orada asker olduğunu da bilmiyoruz. 10 bin tane asker var...

İzmir'de film kopsun, İstanbul'da film kopsun... ‘Caviiit! Caviiit!' diye bağırılırdı. Bir bakıyorsun Bergamalılar burada! Cavit'in ünü bütün Türkiye geneline yayılmıştı yani.”

Yıldız Sineması’nı Cavit Sarsılmaz’dan sonra kardeşi Ayhan Asık ile işleten Yılmaz Asık da kendi tanıklıklarını aktarıyor:

“Hem film almak, hem de biraz gezmek için Beyoğlu'na giderdik. Filmciler ‘Git bak, bizim film oynuyor filanca sinemada.’ derlerdi. Giderdik. En ufak bir sorun olsun film oynarken, hemen birileri bağırırdı: ‘Caviiit! Caviiit!' diye. ‘Ulan burada da öğrenmişler!' diye gülerdim kendi kendime. Askere gittim. Orada da sinema oynatıyordum. Bir bakıyorum orada da herkes bağırıyor ‘Caviiit! Caviiit!' diye. Çok enteresan bir olaydı hakikaten.”

Beytullah Usta da bir gün eşiyle beraber Beyoğlu’nda sinemaya gittiğinde karşılaştığı benzer bir olayı anlatıyor:

“Beyoğlu’nda bir sinemada film seyrediyorum bir gün hanımla beraber. Film koptu birden. ‘Pat!' dedi koptu. Birisi arkadan bağırdı: ‘Caviiit!' Seans arasında kalktım dolaştım, ‘Kimdi o Cavit diye bağıran, kim o Bergamalı?' ‘Abi sen de mi Bergamalısın?' dedi seyircilerden biri. Bergama’da zaten hangi sinemaya gitsen, film koptu mu millet başlardı bağırmaya ‘Caviiit!'

Bu Cavit Abi beni hiç sevmezdi. ‘Bunlar bizim nesli bozdu. Gidiyorlar 10 kuruşluk filmi 20 kuruşa alıyorlar.’ derdi Allah rahmet eylesin.”

 

Neredeyse bütün hayatını verdiği sinemaları 1990’ların başında kapatan Sinemacı Cavit’in, başta film şirketleri olmak üzere bir miktar borcu da vardı.  Bir süre babası Osman Aga gibi Peynir Pazarı’nda peynir satarak borçlarını kapatmaya çalıştı. Karısı Münevver Hanım da gece gündüz dikiş dikerek evin geçimini sağlıyordu. Her ikisi de yeni bir hayata başlayabilecek yaşlardaydılar. Fakat bu mümkün olamadı. Cavit Sarsılmaz sinemalarını kapattıktan 5-6 yıl sonra, 1996’da, bir gece kahvehaneden eve döndüğünde kalp krizi geçirdi. Münevver Hanım sabah uyandığında eşinin ölmüş olduğunu gördü:

“Hiçbir hastalığı yoktu. Ne tansiyonu, ne şekeri... Benim bildiğim 29 sene hiç doktora gitmedi. Bir gece kahveden geldi, sabah ölüsünü bulduk. Kalp krizi geçirmiş. O kadar sağlıklıydı ki, delikanlı gibiydi. Kiloluydu ama çok sağlıklıydı.”

Münevver Hanım o günden sonra bir daha sinemaya gitmedi.

SES_JPG.jpg

Yüksel Simit anlatıyor.

00:00 / 02:09

“En ufak bir sorun olsun film oynarken, hemen birileri bağırırdı: 'Caviiit! Caviiit!' diye. 'Ulan burada da öğrenmişler!' diye gülerdim

kendi kendime."

bottom of page