Beethoven / Symphony No.9 in D minor Op.125 - II. Scherzo
Beethoven / Symphony No.9 in D minor Op.125 - II. Scherzo
rehberi
Sinema
Lumierre Kardeşler'in ilk kez 1895'te Paris'te gösterimini yaptıkları kısa filmlerden ikisi:
Trenin Gara Girişi ve Bahçıvan (Güncel teknoloji ile düzenlenmiş versiyonları)
Sinemanın temelini oluşturan görüntü kaydı ve kaydedilen görüntünün projeksiyonu, 19. yüzyılın son çeyreğinde farklı ülkelerden farklı mucitlerin, farklı teknikleriyle gelişim gösterir. Bu nedenle sinema tek bir mucidin icadı olarak anılmaz.
1888’de T. A. Edison ve W.K.L. Dickson’un geliştirdikleri ilk film kamerası Kinetograf ile elde edilen görüntüler, 1891’de yine Edison ve Dickson’un icadı ilk projeksiyon makinesi Kinetoskop ile izlenebilir hale gelmişti. Mucitlerinin patentini alıp seri üretimine geçtikleri aygıtın sadece bir kişinin tek gözüyle izlemesine olanak veren bir vizörü bulunmaktaydı ve yalnızca birkaç dakika süren filmler gösterilebilmekteydi. Bu dezavantaja rağmen Kinetoskoplar büyük heyecan yaratmış, özellikle ABD’de Kinetoskop salonları birbiri ardına açılmaya başlamıştı.
1890'larda kinetoskop ve ABD'deki kinetoskop salonları.
Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler’in geliştirdiği Sinematograf adlı aygıtın halkla buluşturulması ise pek çokları tarafından sinemanın başlangıç noktası olarak kabul edilir. 1895 yılında önce Societe d’Encouragement pour I’industrie National (Ulusal Sanayi Teşvik Topluluğu)’ın 200 üyesine, ardından Lyon’da yapılan Fotoğraf Kongresi katılımcılarına ve nihayet aynı yılın sonlarında 22 Aralık 1895’te Paris’teki Capucines Bulvarı’nda yer alan Grand Cafe-Salon Indien’de ücret ödeyen otuz üç kişiye yapılan Sinematograf gösterimleri bir rüyanın gerçekleştiğini, ‘canlı fotoğraf’ yani sinema çağının başladığını gösterir.
İlk sinema filmleri, çoğu 1 dakika civarında süren oldukça kısa belgesel veya mizahi içerikli skeçlerden oluşmaktadır. Fakat çok geçmeden 1896 yılında Alice Guy-Blancè, 60 saniyeden de kısa olan Lahana Perisi (La Fèe aux Choux) adlı ilk kurmaca filmi çekerek gerçek anlamda bir öncü olur. Guy-Blancè, hem ilk kurmaca film yönetmenidir, hem de 1906 yılına bilinen tek kadın yönetmen olarak kayıtlara geçer.
Öte yandan Kinetoskop, Osmanlı topraklarına Sinematograftan bir yıl önce girer. 1895’de İstanbul’a getirilen ilk Kinetoskop ile Pera’da ücret karşılığı tek kişinin izleyebildiği film gösterimleri yapılır. Bundan bir yıl sonra bu kez İzmir’de ilk Kinetoskop gösterimi gerçekleştirilecektir. İzmir’deki gösterimin dönem gazetelerinden Ahenk’te peş peşe çıkan haberleri nedeniyle Türkiye sinema tarihi yazarları görüş ayrılıkları yaşayacaklardır. Zira uzun yıllar boyunca Osmanlı’da ilk film gösteriminin nerede, ne zaman ve kimin tarafından yapıldığı tartışma konusu olmaya devam etmiştir. Yazarların büyük bir kısmının uzlaştığı ilk gösterimin yapıldığı yer ve zaman birazdan daha detaylı bahsedeceğimiz İstanbul, Beyoğlu’ndaki Sponeck Birahanesi’dir ve takvimler 11 Aralık 1896’yı göstermektedir.
Ancak yukarıda verdiğimiz tarihten bir gün önce, 10 Aralık 1896’da yayınlanan Ahenk gazetesinin haberine göre İzmir’de, aslında jimnastik ve müzik gibi etkinliklere yer verilen bir kulüp olan Apollon Salonu’nda bir film gösterimi yapılmıştır:
“Frenk mahallesinde (Alsancak, Kıbrıs Şehitleri civarı-YT) bulunan Apollon Salonu’nda her akşam 5’ten 6’ya kadar Edison’un buluşu olan kinematograf adlı alet vasıtasıyla, hayret verici bir ustalıkla hareket halinde bulunan cisimlerin, resimlerinin alınması gibi, çok eğlenceli ve seyredeğer oyunlar icra edilmektedir. Duhuliye, büyükler için çeyrek mecidiye, çocuklar içinse 10 meteliktir.”
Bu haberden bir hafta sonra yayınlanan ikinci haberde film gösteriminin yapıldığı ortam daha detaylı anlatılmakta ve İstanbul’un bildiği tek kişinin izleyebildiği Kinetoskoptan farklı biçimde kitlesel bir seyir gerçekleştiği söylenmektedir:
“Söz konusu oyunların ne derece şaşırtıcı bir ustalıkla yapıldığını anlamak ve ünlü bilgin Edison’un bilim alanındaki bu harikulade ustalığını görmek için ve de günümüzde, fen alanında karşılaşılan ilerleme konusunda bir fikir edinebilmek için, bu salonu ziyaret etmek şarttır. Pazar gecesi, saat 6.00 sıralarında biz de adı geçen salonda hazır bulunduk. Önce, sahnenin önünde yanmakta olan iki lamba aniden söndürüldü. Ve salon karanlıklar içinde kaldı. Seyirciler sırtlarını sahneye doğru çevirerek, karşısında asılmakta olan beyaz bir perdeyi dikkatle izlemeye koyuldular. Biraz sonra, bilinmeyen bir noktadan verilen bir elektrik ışığı ile perde aydınlandı. Daha sonra, perde üzerinde bir yemek masası etrafında oturup yemek yemekte olan bir aile belirdi. Yemek yiyen aile fertlerinden her birinin bu yemek sırasındaki hareketleri, ayrı ayrı görülmekte... Seyirciler, fevkalade bir hayret ve heyecan içinde, bu garip ve inanılmaz manzarayı seyrediyor ve bu aile ile adeta bir arada olmak istiyorlardı. Daha sonra aile, karanlık içinde kayboldu. Bunun hemen arkasından, çar hazretlerini Paris'e götüren tren perde üzerinde yürümeye başladı. Bu katar daha sonra durdu, kapıları açıldı ve yolcular dışarıya çıkmaya başladılar. Trenin ortadan yok olmasının ardından beyaz fistanlar giymiş bir aktrist, fevkalade bir ustalıkla dans etmeye başlayarak seyircilerin şaşkınlığına neden oldu. Aktristin perde üzerinde görünümü ve dans etme biçimi, gerçekten, şaşkınlık verici ve tarif edilemeyecek bir güzellikte idi. Bu aktristin ardından, birtakım çamaşırcı kadınlar ortaya çıkarak yıkanmaya başladılar. Daha sonra da seyirciler, kendilerini Paris’in ‘Republique’ meydanında buldular. Berrak mavi bir gök altında adı geçen meydanın aldığı manzara tasvir edilemez. Etrafındaki muhteşem yapılar, caddenin ortasından geçen tramvaylar ve yolcular net olarak görülebiliyor. İnsan ise, bu garip manzara karşısında, hayretler içinde kalıyor. Bundan sonra, perde üzerinde birtakım çocukların nakşetmeye başladığını görüyoruz. Seyircilerin bunu da bir süre seyretmelerinden sonra, oyun bitmiş oluyor.”
Auguste ve Louis Lumiere Kardeşler (üstte) ve onların geliştirdiği Sinematograf (sağda)
Bu durumda Oğuz Makal gibi kimi araştırmacıların da iddia ettiği şekilde Osmanlı’da ilk film gösteriminin İstanbul’da değil, İzmir’de yapıldığı kabul edilebilir.
Apollon Salonu’nda gösterilen ‘yemek yiyen aile’, ‘Çar’ın Paris’e tren yolculuğu’, ‘dans eden sanatçılar’, ‘dans eden çocuklar’, ‘çamaşır yıkayan kadınlar’, ‘Paris Cumhuriyet Meydanı’ gibi kısa belgeseller ve komedi filmleri daha sonra Ocak 1897’de Luka Kahvehanesi’nde gösterilmeye devam edilir.
Lumiere Kardeşler'in Sinematografı ile yapılan Osmanlı’daki ilk sinema gösterisi ise 11 Aralık 1896 günü özel davetli basın temsilcilerine ve ertesi gün ise halka açık olarak İstanbul'da gerçekleştirilir. Beyoğlu, Galatasaray’daki Avrupa Pasajı, 7 numarada bulunan dönemin ünlü birahanesi ‘Sponeck’te yapılan Sinematograf gösterimleri 17 Aralık 1896 tarihli Servet-i Fünun’da şöyle anlatılır:
“Cuma günü akşamı Beyoğlu’nda Sponik Birahanesi’nin üst katındaki salonda gazetecilere mahsusen icra olunacak ‘müteharrik fotoğraf’ tecrübesi seyrolunacaktı. Tecrübe icra edildi. Fevkalade hoşumuza gitti. Müsaade ediniz de anlatayım: Eğer medh ve senamız sizde dahi bir heves ve merak hâsıl ederse Sponik salonuna kadar bir çıkıverirsiniz. Zira cuma akşamı gazetecilere hususi olarak icra olunan tecrübeler o geceden itibaren temaşagerana mahsusen tekrarlanıyor. Müteharrik fotoğraf yani sinematografın ne olduğunu Servet-i Fünûn karileri biraz bilirler zannederim. Zira şu usul icat olunduğu zaman muharrir-i fennimizi epeyce işgal etti. Hayli sayfalarımızı sinematograf tarifine, birkaç resmimizi de şu makinenin eşkâline hasreyledi. Yeni bir fotoğraf makinesi icat etmişler ki dakikada bine kadar resim alıyor ve bu resimleri bir şerit üzerine çıkarıyor. (…)
Servet-i Fünun'un 301. sayısındaki Sinematografi haberi.
1896
Sponeck Birahanesi'ndeki ilk film gösteriminin ilanı. 1896
Tecrübeleri icra eden Mösyö Hanri’nin maharetine hakikaten hiçbir diyecek yoktu. Sinematograf sanatına hakkıyla agâh olan Mösyö Hanri mahir bir ressamdır. Maharet-i sanatkâranesi sayesinde tecrübelerin ufak tefek bazı nevakısını dahi şüphesiz ikmal edeceğinde şüphemiz yok. O halde kış geceleri için hele önümüzdeki Ramazan-ı Şerif’te İstanbul ehl-i zevkine bir güzel eğlence daha çıktı demektir.”
Gazeteci yazar Ercüment Ekrem Talu çocukluk yıllarında tanık olduğu Sponeck Birahanesi’nde iki ay kadar süren Sinematograf gösterimlerini meşhur mizahi diliyle anlatır:
“Derken ortalık birdenbire karardı. Zifiri karanlık içinde kaldık; korktuk. Elim gayri ihtiyari ağabeyimin elini aradı; buldum ve bir tehlike karşısında imişim gibi sımsıkı kavradım. Arkamızdaki sıralardan ışıklar fışkırıyordu. Karanlığın vaziyet icabı olduğunu kimse takdir edemediğinden, pencerelere örtülen siyah perdelere itiraz ediyorlardı.
O vakitler İstanbul'da elektrik yoktu. Abdülhamit'in vehmi elektriğin memlekete girmesine engel olmuştu. Sinematograf makinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için kullanılan petrol lambalarından intişar eden gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmekte idi. Perdenin önüne gelen bir şahıs bu karartının lüzumunu izah etti. Ve hemen onun arkasından gösteri başladı.
Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon, bacasından fosur fosur kara dumanlar savuran bir lokomotif, peşinde takılı vagonlarla duruyor. Tren Kalktı. Bittabi sessiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümüze doğru geliyor. Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircileri çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler galiba. Hani ya ben de korkmadım değil... Bereket versin ki tren çabuk geçti, gitti."
Talu, Şimendifer adıyla gösterilen bu kısa filmi ya yanlış hatırlamaktaydı ya da yazısının mizahına uygun hale getirmişti. Zira Şimendifer filminde tren yavaşça yaklaştığı istasyonda durup yolcularını indiriyordu. Sinemanın hayal gücünü tetiklemesine dair bir örnek olarak da düşünülebilecek Talu’nun bu aktarımına konu olan Şimendifer filmi ve onunla birlikte Asker, Süratli Ressam, Müthiş Bir Gece ve Bahçıvanın Sulanışı gibi kısa filmler Sponeck Birahanesi’nden sonra ramazan ayı boyunca Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Kıraathanesi’nde ve ardından Odeon Tiyatrosu’nda gösterilecekti.
Osmanlı’da ilk film gösterimleri ile sinema salonlarının açılması arasında 12 yıl gibi uzun bir süre bulunmaktadır. İstanbul’da elektriğin kullanılmasına yıllarca izin vermeyen II. Abdülhamit’in istibdat rejiminin etkisiyle sinemanın İstanbul geneline yayılması gecikecek ve bu sorun 1908’de ilan edilen II. Meşrutiyet ile aşılacaktır.
1908’de Pathe Kardeşler Firması tarafından Beyoğlu’nda Pathe adıyla açılan sinema salonu Osmanlı’daki ilk sinema salonu olur. Pathe’den sonra 1909’da Eclair, 1911’de Oryanto Sineması, 1912’de Santral Sineması, 1913 yılında ise beş sinema salonu birden açılır. 1930’lara kadar isimlerini Batı dillerinden alan çok sayıda sinema salonu İstanbul’un birçok bölgesinde faaliyete geçer. 1930’lardan itibaren sinema salonlarının isimleri Türkçeleşir.
Oğuz Makal’ın aktardığı bilgilere göre 1908 yılında İzmir’de iki sinema birden açılmıştır. İzmir Kordon’daki bu iki sinema Pallas ve Parisoin salonlarıdır. 1909’da Pathe Sineması ve Pantheon Sineması da faaliyete geçer. Bu tarihten sonra İzmir sinemalarının sayısı hızla artar ve 1924 yılına kadar salon sayısı 17’ye, 1960’larda ise 60’ın üzerine çıkar.
1923 yılında, Cemil Filmer’in işlettiği İzmir’deki Ankara Sineması’nda Mustafa Kemal’in, katıldığı bir gösterim için salona kadınların da alınmasını emretmesi üzerine en azından büyük şehirlerdeki bazı sinema salonlarında kadın ve erkekler bir arada film izlemeye başlar. 1900’lerin başında toplumun ciddi bir kısmı tarafından ayıp ve günah olarak görüldüğü, İstanbul’da dahi kimi kadınların erkek kılığına girerek sinemaya gitmek isterken zabitlerce yakalanıp, tutuklandığı günler geride kalırken, sinema Cumhuriyet’in yeni kültürel ortamında hızla benimsenir.
Eğlence ve kültür hayatının bir parçası haline gelmeye başlayan sinemaların sayısı İstanbul ve İzmir’de artış gösterirken Bergama’nın ilk sineması da 1920’lerin ikinci yarısında Bolşevik Cavid Bey (Gizer) tarafından işletilmeye başlanır. 1960-90 yılları arasında Bergama ve köylerindeki yazlık ve kışlık sinema sayısı 20’yi geçer.
Osmanlı coğrafyasındaki sinemalarda 1917 yılına kadar sadece Avrupa ve Amerikan yapımı filmler gösterilmektedir çünkü bu tarihe kadar gösterime hazır hale getirilmiş Osmanlı menşeli bir film yoktur. 1916 yılında çekimlerine başlanıp ancak 1918’de gösterimi yapılabilen ve ilk Osmanlı filmi olan Himmet Ağa’nın İzdivacı’ndan bir yıl önce 1917’de Sedat Simavi’nin yönettiği Pençe filmi izleyici ile buluşur. 1917’de çekilen film sayısı 3, 1918’de 1, 1919’da ise 5’tir. 1920’de hiç film çekilmezken, 1921-24 aralığında 10 film üretilir. Üç yıllık bir boşluktan sonra 1928’te film üretimleri yeniden başlar. 1937’ye kadar olan dönemde yine bazı yıllarda Türkiye’de film çekilmediği görülür.
Eliza Binemeciyan
Rozali Benliyan
Osmanlı’nın son yıllarından başlayarak Türkiye sinemacılığının ilk dönemlerinde gayrimüslim sinemacıların ağırlıkta olduğu bilinmektedir. Öncesindeki tiyatro ve diğer sahne sanatlarında, özellikle Müslüman kadınların sahneye çıkması pek de mümkün olmadığından Ermeni, Beyaz Rus ve Rum sanatçılar görev alır. Bu durum sinemaya da yansıyacak, ilk dönem yönetmenlerin bir kısmıyla; oyuncuların, sanat ekiplerinin ağırlıklı bir kısmı gayrimüslimlerden oluşacaktır. Himmet Ağa’nın İzdivacı filminde oynayan Rozali Benliyan ve Lusi Avuşyak, Sedat Simavi’nin Pençe filminde oynayan Eliza Binemeciyan, Mürebbiye filminde oynayan Madam Kalitea (Aristea Kalinea) bu oyuncuların ilklerindendir. Bu durum ilerleyen yıllarda farklılaşır. Sahne ismi olarak Türk isimleri alan Ermeni ve Rum oyuncular kendi etnik kimlikleriyle değil Türkleşmiş yeni kimlikleriyle Yeşilçam’da var olmaya devam ederler. Nubar Terziyan gibi istisnalar dışında Adile Naşit (Adela Özcan), Ayhan Işık (Ayhan Işıyan), Danyal Topatan (Ahmet Danyel Bayrı), Figen Say (Meri Özbıyıklıyan), Kenan Pars (Kirkor Cezveciyan), Selim Naşit (Özcan), Sami Hazinses (Samuel Agop Uluçyan), Vahi Öz (Vahe Özinyan) ve daha niceleri Yeşilçam’da gerçek isimlerini kullanmayan gayrimüslim oyunculardır.
1922’den 1934 yılı sonuna kadar 22 film çekilmiştir. Bunlardan 19’unun yönetmeni olan Muhsin Ertuğrul, döneme damgasını vurur. Türkiye sinemacılığının bu ilk dönemi tiyatrocular dönemi olarak da anılır ve yeni cumhuriyetin otoriter yapısı sinemaya bir tür tek adam pozisyonundaki Muhsin Ertuğrul üzerinden yansır. Esasen tiyatrocu olan Ertuğrul, Avrupa ve Sovyetler Birliği’ndeki tiyatro ve sinema deneyimlerini Türkiye’ye taşır; Fransız ve Alman tiyatrolarının etkisindedir. Bu etkiler, Alman ticari sineması ve Sovyet devrim sinemasının etkileriyle harmanlanır.
1932’de yayınlanan bir nizamname ile ilk sansür komisyonu kurulur. Bu tarihten itibaren yerli ve yabancı tüm filmler bu komisyon tarafından denetlenerek gösterime girebilecektir. Hemen iki yıl sonra da Mussolini İtalya’sından kopyalanan Polis ve Selahiyetleri Kanunu sinemanın özgürleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri olur. Talimatnamenin özellikle 10. maddesi, son derece yoruma açık yapısıyla hükümet yetkililerine, filmleri tam olarak kontrol altına alma olanağı tanır. 1939’da, film çekmek için izin şartı getirilerek koşullar daha da ağırlaştırılır.
1933 yapımı Düğün Gecesi (Kanlı Nigâr) filminin yönetmen koltuğunda Nâzım Hikmet oturmaktadır. Muhsin Ertuğrul’un birçok filmine senaryo yazan Nâzım, 1937’nin tek filmi olan Güneşe Doğru’nun da senaryosunu yazıp yönetir. Filmin dekorlarını ise Abidin Dino hazırlar.
Nâzım Hikmet Ran'ın yönettiği Düğün Gecesi (Kanlı Nigar) adlı 1933 yılı yapımı filmden bir sahne. (Fotoğraf, kameraarkasi.org sitesinden alınmıştır.)
1930’ların sonlarında sesli film tekelini elinde tutan İpek Film’in egemenliğini, Faruk Kenç, dublaj sistemini getirerek kırınca yeni yönetmenlerin ve yeni yapımların yolu açılır.
1950’lere kadar Muhsin Ertuğrul’un ağırlığı devam etse de yeni yönetmenlerin sektöre katılmasıyla filmler çeşitlenir. 1947’de çekilen film sayısı 12’ye, 1948’de 18’e kadar yükselir.
1950’lerde tarihi filmlere yönelen Türkiye sinemacılığının sansür gölgesindeki altın çağı başlar. Metin Erksan’ın ilk filmi Âşık Veysel’in hayatını konu alan Karanlık Dünya, Ankara’daki sansür heyeti tarafından adeta yeniden kurgulanarak tanınmaz hale getirilir.
ABD güdümündeki Demokrat Parti iktidarının devam ettiği 50’lerde gangster filmlerinde büyük artış yaşanır. 1953 yılının en önemli sinema olayı, Muhsin Ertuğrul tarafından çekilen ilk renkli Türk filmi Halıcı Kız’ın gösterime girmesidir.
27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi ile Demokrat Parti’nin baskıcı iktidarı kabul edilemez bir dizi idam ile bitirilir. Sonrasında 1961 Anayasası ile oluşan göreceli özgürlük ortamında Toplumsal Gerçekçi sinema akımı filizlenmeye başlar. Aynı dönemde Halit Refiğ’in öncülük ettiği Halk Sineması anlayışı, uzun ve sert tartışmalar sonunda Toplumsal Gerçekçi akımın ikiye bölünmesine neden olur. Bu bölünme sonucu Ulusal Sinema ve Devrimci Sinema akımları oluşur. 60’ların sonlarında bu iki akımın dışında bir de İslamcı arka planı olan Milli Sinema akımı ortaya çıkacaktır.
Filiz Akın ve Kartal Tibet,1973 yılı yapımı Zambaklar Açarken filminde.
Türkiye sinemacılığı 1950’lerden itibaren yirmi yılı aşan sürede hem üretilen film sayısı, hem Türkiye’deki sinema salonu sayısı, hem de izleyici sayısı bakımından gerçek anlamda doruk dönemini yaşar. 1969 yılında Türkiye çapında kapalı 1420, açık 1534 olmak üzere toplamda 2954 sinema salonu vardır. 1967 yılında Türk filmlerine giden seyirci sayısı 28.021.000, yabancı filmlere giden seyirci sayısı 22.582.000 olmak üzere toplamda 50.603.000’tür.
1966’da 245 filme kadar yükselen yapım sayısı, 1972’de çekilen 312 filmle rekor sayıya ulaşır. 1972 yılı film sayısının rekor kırdığı ancak film kalitesinin hızla düşmeye başladığı bir milat durumundadır. Birkaç yıl içinde sektörü alt üst edecek seks filmlerinin ilk örneği Parçala Behçet, Melih Ülgen tarafından çekilir.
Televizyonun kahvehaneler ve evlerde yaygınlaşmaya başladığı 1970’lerin özellikle ikinci yarısında, 1974 Kıbrıs Askeri Harekâtı sonucu başlayan ambargoların da etkisiyle Yeşilçam’ın ilk büyük krizi ateşlenir. Seyirci ve yeni yapım sayılarının azalmasına neden olan bu kriz ortamında sinema salonları kapanmaya başlar.
1973’ten itibaren önceleri yavaş yavaş azalan film sayısı, video ve renkli televizyon teknolojisinin de gelişmesiyle hızla düşer ve gerçek bir çöküş yaşanır. Videonun evlere girişi seyirci ve sinema ilişkisini geri dönüşsüz biçimde değiştirir.
Bu dönemde bir yandan da bitmek tükenmek bilmeyen siyasi ve ahlaki kıstaslara dayalı sansür uygulamaları devam etmektedir. Yenilikçi ve kırılmaya neden olacak yapımların ortaya çıkmasının önünde engel teşkil eden tüm teknolojik ve siyasi gelişmelere 1977’de yayınlanan yeni bir sansür tüzüğünün eklemlenmesi öldürücü bir darbe olur. Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkında Tüzük uyarınca Film Denetleme Kurulu ve Film Denetleme Yüksek Kurulu adında iki kurul oluşturulur. 1982 Anayasası’nın, düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünü düzenleyen 26. maddesi, bu özgürlüğü kabul etmekle birlikte, “Bu fıkra hükmü radyo, televizyon sinema ve ya benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına engel değildir.” diyerek film sansürünün devam etmesine olanak tanır.
1979’da dördü porno olmak üzere 131 seks filmi üreten yapımcılar, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin bu filmlere getirdiği yasaklamalar sonrasında arabesk filmlere yoğunlaşarak hayatta kalmaya çalışırlar.
1987 yılında Turgut Özal hükûmeti ile ABD hükûmeti arasında imzalanan ve Amerikan menşeli sinema şirketlerine, tıpkı diğer ticari ve sanayi şirketlerine olduğu gibi Türkiye kapılarının koşulsuz açılmasına sebep olan anlaşma sinema alanında Hollywood Darbesi olarak anılacaktır. Bu anlaşma Türkiye’deki film yapım şirketlerinin büyük ölçekte zarar görmesine ve yapımcıların iflasına sebep olur. Bu noktadan sonra film çekmek isteyenler, ya Amerikan film tekellerine başvuracaklar ya da dağıtım ve salon bulma sorunlarını aşabilirlerse bağımsız yapımlar oluşturacaklardır. Sinemacılar, Eurimage, Kültür Bakanlığı ve özel fonlardan elde ettikleri kaynaklarla film çekmeye başlarlar ki bu da Bağımsız Sinemacılar Kuşağı denilen yeni bir kuşağın ortaya çıkmasına neden olur.
1980’lerin ikinci yarısında, bireysel hikâyelerin öne çıktığı ve toplumda tabu olarak görülen konuların ele alındığı filmlerle bir kıpırdanma yaşanır. Ancak Yeşilçam için bu da kalıcı bir çıkış noktası olamayacak, 1990’lardaki film üretimi 30’lu sayılara kadar inecektir.
2000 yılı yapımı Vizontele filminde 'Fikri' karakterini canlandıran Cem Yılmaz. Fotoğraf: Yücel Tunca
Film sayısındaki azalmayı, 1979’da 52 milyon olan yerli film izleyici sayısının 1994 yılında 300 bine kadar düşmesi izler. Türkiye’deki yabancı film izleyici sayısı da düşmektedir ancak mesela 1992’de yabancı film oynatılan salonlara 10 milyon izleyici girmiştir.
Seyircilerin salonlardan çekilmesi hızlanınca başta yazlık sinemalar olmak üzere pek çok salon kapanır. 1969 yılında tüm Türkiye’de 2954 olan sinema sayısı, 1989 yılında yaklaşık 250 salona kadar geriler.
Türkiye’deki sinema sektörü bu noktadan sonra eski üretkenliğini yeniden kazanamayacak, 1997-2002 tarihleri arasındaki 6 yılda toplamda 93 filmi salonlara taşıyabilecektir. 2002 yılında çekilen film sayısı ise sadece 7 olacaktır.
2000 sonrasında çekilen filmlerin önemli bir kısmını gişe filmleri oluşturur. Aynı dönemde gişesi zayıf festival odaklı yönetmen filmleri de gelişmeye başlar. 2010’dan sonra yeniden yılda 100’den fazla film vizyona girer. Yeni bir izleyici kitlesi, özellikle yeni nesil komedi filmleriyle sinema salonlarına geri döner. 2003 yılında Türkiye genelinde yaklaşık 25 milyon izleyici sayısına ulaşılırken 2015 yılında 2 bin 356 sinema salonuna gelen izleyici sayısı 57 milyonu bulur. Bu sayılar büyük gibi görünse de 1967’de sadece İstanbul’daki seyirci sayısının (ki İstanbul’un nüfusu o tarihte 1 milyon 890 bindir) 50 milyon 603 bin gibi muazzam bir sayı olduğu düşünülürse yeni dönemdeki artışın geçmişte kalan günlere dönüş yaşandığı anlamına gelmediği anlaşılabilir.
Bir yandan çoğunlukla uluslararası sermayenin yatırımları ile açılan çok salonlu sinema zincirleri, AVM kültürünün adeta ayrılmaz bir parçası olarak sinemayı da tümüyle tüketim unsuru haline getirirken; diğer yandan internet üzerinden yayın yapan korsan film siteleri ve çeşitli TV platformları da 2000’li yıllarda yeni bir izleyici profilinin oluşmasına ön ayak olur. Yerli ve yabancı filmlere zamana ve mekâna bağlı olmaksızın ve üstelik düşük maliyetlerle kolayca ulaşabilen bu yeni izleyici profili artık, kolektif biçimde film izlemenin dışında sosyalleşebildiği, giyim kuşamıyla kendi görünürlüğünü de sağladığı kitlesel film izleme pratiğinin dışına çıkıp dönemin yalnızlaştırıcı genel yapısıyla uyumlu bir biçimde genellikle ev ortamında bireysel bir deneyim yaşamayı tercih etmektedir. Sinema önlerinden alınan kuru yemişler, film arasında içilen gazozlar artık ev ortamının rahatlığında yenilip, içilmekte; sinema salonlarının karanlığında verilen gizli ya da açık duygusal tepkiler yine ev ortamının konforunda kimseden çekinmeden dışa vurulabilmektedir. Ev ortamının rahatlığı sinema salonunda film izlemeye devam eden özellikle genç izleyiciler tarafından salonlara da taşınır. Bu yeni izleyici kitlesi diğer izleyicileri yok sayarak, bir yandan filmi izlerken bir yandan da cep telefonlarıyla sosyal medyayı takip etmeyi sürdürmekte, gelen telefonlara çekinmeden cevap vererek, sinemanın ilk yıllarında olduğu gibi sadece filmin kritiğini yapmayıp farklı konularda dahi kendi aralarında rahatça konuşabilmektedir.